Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali ile İlgili Anlatılar > Hakkında Anlatılanlar
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Aşkın Dindeki Yeri

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
sibel Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 28 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 189
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı sibel Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Aşkın Dindeki Yeri
    Gönderim Zamanı: 10 Haziran 2010 Saat 21:34
Tuesday, 29 December 2009  
M. Ali KAYA
Aşk, bilhassa tasavvufta ve edebiyatta kullanılan geniş anlamlı bir kavramdır. Kelimenin aslı Arapça olup sevginin ifratı olan “aşırı sevgi”yi ifade etmektedir. Kelime “sarmaşık” anlamındaki “aşk” kelimesinden türemiştir. Sarmaşık kuşattığı ağacın suyunu emerek ondan beslendiği gibi âşık da maşukuna olan aşırı sevgisi ile başka şeyi düşünemez olur, dengesini kaybeder ve insana ait vazifelerin birçoğunu yapamaz olur.
İslam kaynaklarında aşk ilâhî ve beşerî olmak üzere ikiye ayrılır. İlâhî aşka “aşk-ı hakîki” beşerî aşka ise “aşk-ı mecâzî” denilmiştir. Kelam bilginleri gerek ilâhî, gerekse mecazî aşk anlayışı tenkit etmişlerdir. Tasavvufta ilk sufi ve zahitlerde aşk yerine “takva” ve “havfullah” yani Allah korkusu esas alınmışken daha sonraları “aşk” yaklaşımı daha ağır basmıştır. Edebiyat ve ahlak kitaplarında da mecazî aşkın zararları üzerinde durulmuş, gerçek aşkın “Allah aşkı” olduğu vurgulanmıştır. 

Kur’an ve hadislerde aşk kelimesi geçmez. Sevgi ve muhabbet anlamında “meveddet ve hubb” kelimeleri ve bunların müştakları geçmektedir. İlk dönem zahitleri ve sufiler Kur’an ve Sünnette geçmemesi sebebi ile sevgi ve muhabbet yerine “Aşk” kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlardır. Beyazıd-i Bistami (v.234/848) Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/909) Hallac-ı Mansur (v. 310/922) gibi sevgi temasını işleyen sufiler de aşk kelimesi yerine “hub ve muhabbet, habib ve mahbub” kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir. Tasavvuf sahasında kitap yazan Hâris el-Muhâsıbî, Ebu Talip Mekki, Hâkim et-Tirmizî, Ebu Nasr es-Serrâc, Ebû Nuaym, Abdülkerim el-Kuşeyrî, Hucvurî ve Gazalî gibi âlimler ve din bilginleri eserlerinde aşka hiç yer vermemişlerdir. Kuşeyrî’nin hocası olan allame Ebu Ali Dekkâk “Aşk, sevgide aşırıya kaçma ve ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah hakkında böyle bir şey düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Kulun Allah’a olan sevgisi ne kadar güçlü olursa olsun yine de onu lâyıkı ile sevemeyeceği için Allah sevgisi aşk olarak nitelendirilemez” (Kuşeyrî, Risale, 615) demiştir. Bununla beraber Kuşeyrî Risale isimli eserinin “Muhabbet” bölümünü “Âşıklar sözlerinden dolayı kınanamaz” cümlesi ile tamamlayarak kulların Allah’a olan sevgisinin aşk derecesine ulaşabileceğini ve aşk adı verileceğini kabul etmiştir. (Kuşeyrî, Risale, 625) 
 
Daha sonra gelen mutasavvıflar yüce Allah’ın “Vedud” ismini esas alarak Kur’ân-ı Kerimde geçen “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha şedittir” (Bakara, 2:165) ayetindeki aşırı sevgi ile “Daha sevgili” (Tevbe, 9:24) ifadesine dayanarak “şiddetli ve daha fazla sevgiden maksat aşktır” demişler ve düşüncelerini delillendirme yönüne gitmişlerdir. Ayrıca peygamberimizin (sav) “Ya Ömer! Beni anne-babandan, eşinden ve çocuklarından daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsın” (Buhari, İman, 8-9; Müslim, iman, 67-70) hadisini de Allah aşkına delil olarak almışlardır. 

Bütün bunlara rağmen Hucvurî bu konuda söylenenleri özetledikten sonra Allah’a duyulan sevginin aşk kelimesi ile ifadesinin caiz olmadığı görüşünü benimsediğini belirtir. (Hucvurî, Keşfu’l-Mahcup, 410) İmam-ı Gazalî de İhya’sında “Kitabu’l-Muhabbe ve’ş-Şevk ve’r-Rıza” bölümünde “Allah’ı tanıyanın O’nu seveceği, sevgide ileri gittikçe âşık olma derecesine geleceğini ifade eder. Nitekim Kureyş peygamberimizin (sav) Hira’da mağaraya çekilerek Allah’a ibadet etmesine “Muhammed Rabbine âşık oldu” şeklinde ifade etmişlerdir. Sevgiye layık olan tek varlık Allah’tır” (İhya, 2:279-280) buyurarak Allah sevgisine aşk denebileceğini ifade etmiştir. 

Hallac-ı Mansur her ne kadar muhabbeti esas almış ise de muhabbetin aşk mertebesini anlatmak için “Aşk ile kılınacak iki rekât namazın abdesti kanla alınmazsa sahih olmaz” diyerek Allah aşkının tarifini yapmış ve kendisi de taşlanarak kanlar içinde şehit olmuştur. Bundan dolayı kendisine “şehid-i aşk” denilmiştir.
 
Aşkı tasavvufa kazandıran İmam-ı Gazali’nin kardeşi Sufî Ahmet el-Gazalî’dir. (v.520/1126) İmam-ı Gazali “İlim ve Marifeti” esas aldığı halde kardeşi Ahmet Gazali “Aşkı” esas almıştır. Ahmet Gazalî’nin “Sevânihu’l-Uşşak” isimli Farsça eseri Aşk konusunun işlendiği ilk risaledir. Bu risalede aşkın tarifi, özellikleri, tesirleri ve mertebeleri konu edilmektedir. Bu eserin yayılmasından sonra tasavvufta aşk konusu yaygınlık kazanmıştır. Daha sonra Fahreddin-i Irâkî, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Abdurrahman-ı Câmî ve Feridüddin-i Attar gibi ilim sahibi mutasavvıflar tasavvufta aşkı esas almışlardır. Onların yaşadığı dönem aşkın altın çağı olmuştur.

Aşk gözü ile âlemin yaratılışı ve peygamberimizin (sav) ile miraç macerasını değerlendiren mutasavvıflar “Ben gizli bir hazine idim tanınmak ve bilinmek istedim kâinatı yarattım” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2:132) hadisinde “bilinmek”ten maksadın “marifet” istemekten maksadın “aşk” olduğunu ifade etmişlerdir. Allah’ın sevgi ile tecelli etmesiyle kâinat yaratılmıştır. İlk tecelli “Hakikat-ı Muhammediye”dir. Bu yaklaşıma göre âlemin yaratılış sebebi Allah’ın ona olan ezelî aşkıdır. Bu nedenle peygamberimize (sav) “Habibullah” ve “Mahbub-u Kibriya” denilmiştir. Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-Necât” isimli “Mevlid” kitabında “Miraciye” bölümünde “Gel Habibim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam” mısrası da Allah’ın Hz. Muhammed’e (as) aşkını ifade etmektedir.

Bu telakkiye göre Allah Hz. Muhammed’e (sav) Hz. Muhammed (sav) de Allah’a aşıktır. Mutasavvıflar peygamberin (sav) bu halini örnek almışlar ve kendilerini de Hakkın âşığı olduğunu söylemişlerdir. Aşk-ı mecaziyi de aşk-ı hakikiye geçmek için bir yol ve usul olarak kabul ederler. Bu anlayışa göre de beşerî ve tabii aşk akıl ve ilmin kontrolünde olmazsa kötüdür ve insanı yoldan çıkarır. Ruhâni ve ilâhî aşk ise seçkinlerde yani havasta bulunan maddi ve manevi güzelliklerin arkasında bulunan Allah aşkına götüren bir saiktir. Böyle bir aşk dünyevi şehvetlerden ve ihtiraslardan korunduğu ölçüde insanı arifler derecesine çıkarır.

Muhiddin-i Arabî (v. 638/1240) “Füsûs-i Hikem” ve “Fütûhât-ı Mekkiye” isimli eserlerinde “İlâhî muhabbet” “ruhî muhabbet” “tabii muhabbet” olmak üzere muhabbeti üçe ayırır. Muhabbet Allah’ın “Cemil” isminin tecellisi olduğu için gerçekte bütün sevgi ve muhabbetler Allah’a aittir ve Allah’a gider. Zira güzellik O’na aittir” demektedir. Bu da Muhiddin-ı Arabî’nin mesleği olan “Vahdet-i Vücut” yaklaşımıdır. Niyaz-i Mısrî (v. 1105/1694) aynı anlayışı daha farklı bir şekilde dile getirmiştir. 

Ahmet Gazalî, Feridüddin-i Attar, İbnu’l-Fârıd, Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî gibi mutasavvıfların varlık hakkındaki açıklamaları hep aşka dayanır. Necmeddin-i Kübra (v. 1221) “Usul-i Aşere” isimli eserinde mutasavvıfları üçe ayırır: “Ahyâr, Ebrar ve Şettar.” Şettar denen sufîler aşk, şevk, vecd, cezbe ve sekri esas almışlardır. Bu ise İslam muhakkiklerinin ve cumhur-u ulemanın kabul etmediği ifrat halleridir ve bir kemal mertebe olmaktan çok, gerçekte nâkıs bir mertebedir. Âşka yapışanlar kendilerini bu cezbe halinden kurtaramadıkları için bunu bir kemal mertebesi olarak kabul etmektedirler. 

İslam muhakkikleri ve bilginleri daima aşk yerine “Muhabbeti” esas almışlardır. Zira aşk hem şer’an hem de aklen mezmumdur, muhabbet ise hem dinen hem de aklen faydalı ve güzel bir duygudur. Aşka meftun olan insanlar zayıf karakterlidirler. Aşk bir ifrat ve cinnet halidir. Bu nedenle aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, akıl ve ilmi hiçe sayarak gerek Kur’an-ı Kerimin ve gerekse hadis-i şeriflerin en çok üzerinde durduğu akıl ve ilme değer vermemişlerdir. 

Düşünce ve akıl Kur’ân-ı Kerimin en çok üzerinde durduğu bir konudur. Aşk duygu yoğunluğu halidir. Duyguları ise ilmin rehberliğinde akıl kontrol eder. Şayet duygu akla hâkim olursa buna rezilet, akıl duyguya hâkim olursa buna fazilet denir. Fazilet ifrat ve tefrit arasında istikamet halidir. Aklı ve şuuru yok eden ve sağlıklı düşünceyi engelleyen hissi bir hal olan aşk bu açıdan makbul bir şey değildir. Aşk ölçüsüzlüktür ve âşık da dengesiz biridir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik ise hiçbir zaman iyi bir şey değildir. Aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Aşk uğruna kâtil olanlar, intihar edenler ve din değiştirenler dahi vardır. Bu nedenle İbn-i Teymiye aşkı “Nefsin kendisine zarar veren şeyi sevmesi” olarak tarif etmiş ve “kalbî bir hastalık” olarak kabul etmiştir. Birçok bilgine ve filozofa göre de aşk bir irade bozukluğu ve hastalığıdır. 

Sonuç olarak, aşk bir kemal hali olmadığı için Allah’a has bir vasıf olmaktan uzaktır. Allah hakkında âşıktır ve mâşuktur denemez. Allah sevgisi de ancak “muhabbet” şeklinde ifade edilebilir. Allah’ın sevgi ve muhabbeti de rahmeti ve rızası şeklinde tecelli eder. Kulun Allah’a aşkı ise sevginin ifrat hali olan aşka baliğ olabilir. Aşka baliğ olunca da kul dengesini kaybeder ve vecd, cezbe sekir halinde kendisini gösterir. Ancak bu kemal bir mertebe olmayıp nakıs bir makamdır. Ama ne ki bu makam sahipleri bulundukları makamı en yüce makam olarak gördükleri için bundan çıkmak istemezler. 

Kaynak: Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

 
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,063 Saniyede Yüklendi.