Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali'nin Eserleri > Gazali'nin Kitaplarından Alıntılar
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Esmaül Hüsna

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
zczamaneyolcusu Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 29 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 706
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı zczamaneyolcusu Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Esmaül Hüsna
    Gönderim Zamanı: 08 Mayıs 2010 Saat 22:43
(Esmaül hüsna kitabından alıntı)
 
İmam Gazali Hz.nin ağzından ESMA-İ HÜSNA yı tekrar tanımaya çalışacagız.




Azamet ve kibriyasında eşsiz, teâlî ve samedâniyetinde emsalsiz olan Allah'a hamd olsun! O Allah ki izzet ve celâlinin korusuna girebilmek için akıl kanat bulamaz. O Allah ki zatını tanımaya, tanımaktan acziyeti yegâne vesile kılmış; en fasîh dillere kendisini, kendisinin vaz'ettiği övgülerle, tadad eylediği isim ve sıfatlarla övdürmüştür. Cümle mahlûkatm efdali Muhammed'e ve O'nun âline, ashabına ve zürriyetine selât ve selâm olsun!nokta

Talebi reddedilmeyen bir din kardeşim, Esmâ-i -Hüsnâ'nın mânalarını açıklamamı benden istemekte idi. Bu talep, müteaddit defalar tekerrür etti. Ben ise bir adım ileri ve bir adım geri atarak yerimde sayıyordum. Aramızdaki manevî kardeşliğin hakkını Ödeme bakımından bu dostumun arzusuna, boyun eğmekle ihtiyatlı davranma ve son derece tehlikeli olan bir işe atılmama yoluna giderek bu ağır işden beni affetmesini istirham etmek arasında mütereddid idim. Beşer idrâkinin, bu ulu maksada erişebilecek güçte olmadığı görüşünde idim. Nitekim bu mevzuda eser vermekten basîret sahibini alıkoyacak iki mühim sebeb vardır:
1 — Haddi zatında bu mevzu, güç erişilen, zor ulaşılan ve kolayca anlaşılmayan bir mevzudur. En yüksek zirvede tevattun etmiş, en uzak gaye olarak teayyun etmiş ve insan aklını hayret ve şaşkınlık içinde komuştur Aklın gözleri, onun değil uzaklarını ve enginlerini, kıyılarını ve sahillerini bile görebilecek nitelikte değildir. Artık Rubûbiyet sıfatları sahasında araştırma, deneme ve tedkik, beşerî kuvvetlere nasıl ve nereden müyesser olacaktır?. Hiç yarasanın gözü, güneşin ışığına dayanabilir mi?.


2 — Bu mevzuda hakikatin künhünü açıklamak, halk kütlelerinin kabul edegeldikleri duruma muhalif düşebilir. Hak Teâlâ Hazretlerinin herkese ayrı bir tecellisi vardır Her ferd, iktidan nisbetinde bu tecellîye mazhar olmaktadır. Sonra büyük gayelere yönelenlerin yardımcıları azdır ve hem halk arasında yaşayanlara temkinli hareket etmek yaraşır. Lâkin Hakk'ı görenlerin, O'nu görmez gibi görünmeye çalışmaları da güçtür. Allah'a arif olamıyanların susması vacib ise arif olanların susması haramdır.


«Arif olanın dili bî -tab olur!» sözü, işte bu gerçeğin ifadesidir.
Ne var ki şiddetli İsrar ve gerçek ihtiyaç, bütün bu mazeretleri hükümsüz kıldı. Artık Allah'dan dilerim ki, lütf-ü keremiyle doğru yolu bulmamızı asan kılsın ve ecr-i cezîl ile bizleri mükâfatlandırsın. Şübhesiz o, cûd ve kerem sahibidir ve kullarını son derece esirgeyendir.


Düzenleyen zczamaneyolcusu - 08 Mayıs 2010 Saat 22:52
Yukarı Dön
zczamaneyolcusu Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 29 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 706
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı zczamaneyolcusu Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 08 Mayıs 2010 Saat 22:44
Her kimin Esmâ-i hüsna'dan nasibi, sadece lafızlarını işitmek, lügat bakımından tefsir Ve vaz'ını bilmek ve manasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret kalırsa, şübhesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür. Halk arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü lafızları işitmek, sesleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selâmetine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuddur. Lafızların mâna ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arab lisanına vâkıf olmaya bağlıdır bir lûgatçı ve hattâ geri zekâlı bir bedevi bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın mânasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğunu keşifsiz olarak itikad etme keyfiyetine gelince bu, lafızların mânalarını anlayıp onları tasdik etmekten üstün bir meharet gerektirmez. Avamdan biri ve hattâ bir çocuk bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan sonra bu mânalar çocuğa telkin edilirse kabul ve telâkki eder, kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o mânalara bağlar. Âlimlerin ekserisinin mertebesi de işte budur. Tabiî ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir: Zira ebrâr (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyiâıdır.

Nitekim ermişlerin Esmâ-i hüsna'dan nasibi üçtür:
a — Bu mânaları mükâşefe ve müşahede yolu ile bilirler. Bu mânaların hakikatleri, kendisinde hata ihtimali bulunmayan bir burhanla onlara açıklanır. Alllahü Teâlâ'mn bu mânalarla muttasıf olduğunu keşif yolu ile bilirler ki, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakımından insanda bâtını sıfatlan sebebiyle hasıl olan yakin mesabesindedir. Maddî ihsas île değil, ancak batini müşahede ile idrak edilir. Bu çeşit imanla baba Ve öğretmenlerden taklid yolu ile alınıp kesin olarak gönül bağlanan itikad arasındaki fark cidden büyüktür. İsterse bu taklidi itikad, ilm-i kelâm'a dair bir takım cedelî delillere dayalı olsun.

b — Keşif tarikiyle erdikleri celâl sıfatlarını çok büyük bulurlar; mekân bakımından değil, sıfat bakımından Hakk'a daha yakın olmak için imkânları nisbetinde o sıfatları takınmaya çalışırlar. O sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allah-ü Teâlâ nezdinde melâike-i mukarrabîin'e benzerlik hasıl olur. Gönül, bir sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celâl ve cemâl'e âşık olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemâline ermek mümkün olmasa bile malikün olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu harekete geçirir. Bu arzu herkeste vardır. Ya bilinen vasfın, celâl ve kemâl vasıflarından olduğuna dair marifet ve yakinin zayii oluşu veya gönlün başka bir arzu ile dolu ve o arzunun içine gömülü olması. Talebe, hocasının ilimdeki kemâlini müşahede ettiği vakit ona benzemeye ve iktida etmeye kendisini sevkeden şiddetli bir arzu belirir. Fakat o talebenin gönlü açlık duygusu ile dolu ise iç âlemini kaplayan yemek arzusu, ilim arzusunun harekete geçmesini önleyebilir. Bu itibarla Allah-ü Teâlâ'nm sıfatlarını mütalâa eden kişinin kalbi, masivadan tamamen arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nefsani duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir ve eğer kalb, bu duygulardan hâlî olmazsa tohum da başarılı olamaz.

c — O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla ahlâklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışırlar. Kul böylece Rabbani, yâni Rabb Teâlâ Hazretlerine yakın ve melâikeden meydana gelen mele-i a'lâya refik olur. Nitekim onlar yakınlık bisatı (yaygısı) dırlar. Her kim onların sıfatlarından bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teâlâ Hazretlerine yaklaştıran sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış olur.
Hak Teâlâ Hazretlerine sıfat yönünden yaklaşma nuri kapalı bir mâna olduğunu ve kalblerin, bu hususu kabul ve tasdikten istinkâf etmeye meyyal bulunduklarını ileri sürerek, «meseleyi, inkarcıların inkâr gücünü kıracak şekilde vuzuha kavuştur; meselenin hakikati izah edilmedikçe bir çoklarının bu meyandaki tutumları inkâra yakındır» dersen, cevaben derim ki:
Sen ve sarıklı cahiller mertebesinin biraz ilerisinde olan da bilir ki; varlıklar, kâmil ve nakıs varlıklar olarak ikiye ayrılır. Kâmil, kemâl dereceleri her ne kadar mütefavit (birbirinden farklı) olursa olsun, nâkısdan daha üstündür. Kemâlin müntehâ (en son mertebe) si Bir'e mahsustur; hattâ mutlak kemâl sahibi ! sancak O'dur. Diğer varlıklar mutlak kemâl sahibi değillerdir. Her biri, izafet sebebiyle değişen kemâlâta sahiptir. Onlarin ekmel (en kâmil)'i, mutlak kemâl sahibine en yakın olanlarıdır. Mekân ve mesafe yakınlığını değil, rütbe ve derece yakınlığını kasdediyorum. Sonra varlıklar, canlı ve cansız olarak da ikiye ayrılır. Biliyorsun ki, canlı cansızdan daha üstün ve daha kâmildir ve canlıların dereceleri üçtür: Meleklerin derecesi, insanların derecesi ve hayvanların derecsi. Hayranların, sayesinde üstünlük kazandıkları hayat (canlılık) daki dereceleri en geridedir. Çünkü canlı demek idrakli ve faal demektir. Hayvanın idrâkinde noksanlık ve fi'linde de noksanlık vardır. İdrakindeki noksanlık, onun idrâkinin sadece duygulara münhasır oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü eşyayı ancak el değdirmek veya yakınında olunmak suretiyle idrâk eder. Şayet elle tutma veya yakınlık olmazsa duygu işlemez. Nitekim elle tutma ve tatma duyguları değmeye muhtaç görme, işitme ve koklama duygulan da yakınlığa muhtaçtır. Kendisinde temas ve yakınlık tasavvur edilmeyen bir varlık olursa, duygu, bu durumda o varlığı idrâk edemez. Hayvanın fi'lindeki noksanlık ise, şehvet (istek) ve öfkenin iktizasına münhasır oluşundan ileri geliyor. Bir hayvanı istek ve öfkeden başka harekete geçiren bir âmil yoktur. Hayvanın aklı yoktur ki, onu istek ve öfkenin icaplarına muhalif (aykırı) olan işlere çağırsın.

Meleklere gelince, onların derecesi en yüksek derecedir. Çünkü melekler, idrâki yakınlık ve uzaklığın tesiri altında bulunmayan varlıklardır. Hattâ onların idrâki, kendisinde yakınlık ve uzaklık tasavvur edilenlere münhasır değildir. Çünkü yakınlık ve uzaklık ancak cisimler üzerinde tasavvur edilir. Cisimler, mevcu en değersiz kısımlarıdır. Ayni zamanda melek, şehvet ve öfkeden münezzehtir. Onların fiilleri şehvet ve öfke icabı, değildir. Fiil ve amelleri, şehvet ve öfkeden yüce bir gayeye dayanır. Bu gaye, Allah-ü Teâiâ'ya yakın olma isteğidir.

İnsan ise, iki derece arasında orta mertebede bulunmaktadır. Sanki insan, hayvaniyet ve melekiyetten mürekkeb (terkib edilmiş) bir varlıktır. Başlangıçta (çocuklukta) hayvaniyet ciheti daha galiptir. Çünkü önceleri yürümek ve kımıldamak suretiyle mahsûs (duyulanca yaklaşıldığı zaman ancak idrâk edebilen duygulardan başka bir idrâke sahib değildir. Beden hareketine muhtaç olmaksızın ve eşyayı idrâk etmek için temas ve yakınlık aramaksızın göklerin ve yeryüzünün alemlerine, hattâ mekânda yakınlık ve uzaklıktan münezzeh olan hususların idrakine nüfuz eden akim nuru ile aydınlanıncaya kadar bu durum devam eder. Ayni zamanda önceleri onun varlığına hâkim olan şey, şehvet ve öfkesidir. Kendisinde olgunluk arama isteği, sonuç ve akıbet düşüncesi, şehvet ve öfkenin icaplarına karşı isyan belirinceye kadar bu iki unsurun tesiri altında kahr. Şayet şehvet ve öfkesini yener, onlara malik olur ve onlar, kendisini kumanda" ve idare edecek gücde olmazlarsa, bu bakımdan meleklerden bir benzeyiş almış olacaktır. Keza nefsini hayâlât ve mahsûsâttan keser, hiç bir his ve hayâlin erişemiyeceği hususların idrâki ile ünsiyet peyda ederse, meleklerden bir benzeyiş daha almış, .olacaktır. Çünkü hayatın hususiyeti' idrâk ve akıldır. Noksanlık, itidal ve kemâl bu iki şeye racidir. Bu iki hususiyette ne derece meleklere uyarsa o nisbette hayvaniyetten uzak ve melekiyete yakın olur. Melek ise Allah'a yakındır. O halde yakına yakın olanın da yakan olması gerekir.

Diyeceksin ki, bu sözden anlaşılan zahir mâna kul ile Hak Teâlâ Hazretleri arasında benzerlik bulunduğunu gösterir. Çünkü kul, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklandığı vakit O'na müşabih (benzeyen) olur. Oysa şer'an ve âklen bilinmektedir ki, Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Allah hiç bir şeye benzemez ve hiç bir şey de O'na benzemez. Buna cevaben derim ki:
Allah-ü Teâlâ hakkında menfi olan mümâselerin mânâsını her ne şekilde anlarsan anla, O'nun eşi ve benzeri bulunmadığını bileceksin. Şöyle ki herhangi bir vasıf da ortak olmanın mümâseleti gerektireceği zannedilmemelidir. Birbirine benzemeyen ve birbirinden son derece uzak olan iki ziddın bir çok sıfatlarda ortak oldukları görülmektedir. Nitekim siyah, araz olma, renk olma, gözle görünme ve diğer bazı hususlarda beyaza ortak olmuştur. Bu durumda bir kimse «Allah-ü Teâlâ mahalle muhtaç olmayan mevcuddur ve o, Semî', Basîr, Âlim, Mürid, Mütekellim, Hayy, Kadir ve Fâil'dir» der ve insanında böyle olduğunu söylerse, onu müşebbihe fırkasından mı görecek ve misil isbat ettiğine mi hüküm vereceksin? Heyhatnokta Durum zannettiğin gibi değildir. Eğer böyle olsaydı bütün insanların müşebbihe olmaları gerekirdi.' Çünkü en azandan vücud sıfatında müşareket vardır. Vücud ise müşabeheti, hatta nev'iyet ve mahiyette müşareketten ibaret olan mümâseleti andıricıdır. At, zeyreklikte her ne kadar üstün olsa da insana örnek olamaz. Çünkü at, neviyette insandan ayrılmaktadır ve yalnız zeyreklikte ona benzemektedir ki bu zeyreklik, insanın zatiyetini teşkil eden mahiyetten hariç bir ârizdir. Tanrılık hususiyeti ise, bizatihi Vacibülvücud olup var olması mümkün olan her şey'i muntazam ve mükemmel şekilde yaratan bir varlık olmasıdır. Bu hususiyette ortaklık ve ortaklıkdan hasıl olan mümâselet elbetteki tasavvur edilemez. Kulun rahim, sabûr ve şekûr olması mümâseleti gerektirmez. Nitekim semî basîr, âlim, kaadir, hayy ve fail oluşu mumâseleti gerektirmiyor. Hatta diyebilirim ki, tanrılık hususiyetini ancak Allah-ü Teâlâ ve.O'nun eşi ve benzeri olan bilirnokta fakat O'nun eşi ve benzeri olmadığına göre O'ndan başkası zinhar bilemez. Bu sebeble «Allah'ı ancak Allah-ü Teâlâ bilir!» diyen Cüneyd (Rahimehullah) hakikati ifade etmiştir. Nitekim en üstün kuluna bile bir isim vererek o ismi arada perde kılmıştır; Allah'dan başkası bilmez. Zinnûn ölüm yatağında iken kendisine «ne arzu edersin?» diye soruldu. Cevaben «bir lahza bile olsa ölmeden evvel O'nu tanımayı» dedi. Bu söz şimdi bir takım zayıfların kalblerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkâr ve tevile gitmektedirler. Halbuki «Allah'ı çok iyi bilirim» diyen de bence sözünde doğrudur ve «Allah'ı bilemem» diyen de sözünde doğrudur.

Bilindiği üzere nefy ve isbat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yâni nefy doğru olursa isbat yalan ve isbat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk, iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, «Ebu Bekir 'Es-Sıddîk'ı tanır mısın?» sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, «Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söylenir) diye cevab verse, öbürü de, «ben kimim ki Sıddîk'ı tanıyabileyim! heyhat, heyhat! Sıdd'k'ı ancak kendisi gibi veya daha. üstün olan tanır; onu. tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye hakları yok dese her ikisi de doğruyu söylemiş olmaktadırlar.var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha lâyıktır.

İşte Allah'ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şekilde anlamak gerekir. Hatta düzgün bir yazıyı anlayışlı bir insana göstersen ve «bu hattın sahibini tanır mısın?» diye sorsan, «hayır!» dese doğru söylemiş olur. «Evet! bu hattın sahibi yaşıyan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve hattatlık sanatına vakıf bir İnsandır; hakkında bütü bunları bildiğim halde kendisini tanımaz olur muyum?» diye cevab verse gene doğru söylemiş olur. Şu farkla ki, tanımam sözü daha doğru ve uygundur. Çünkü hakikatte o hattın sahibini tanımamaktadır. Sadece düzgün bir yazının yaşayan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve yazı sanatını bilen bir hattata muhtaç olduğunu bilmiş, hattatın kendisini tanımamıştır. Bütün inslar da böyledir. Bu muntazam ve muhkem kâinatın müdebbir, hayy, âlim ve kaadir bir yapıcıya muhtaç olduğunu bilirler. Bu ise iki taraflı bir marifettir: Bir tarafı alem ile ilgilidir ve buradan alemin bir müdebbir'e muhtaç olduğu biliniyor. Öbür tarafı ise Allah-ü Teâlâ ile ilgilidir ve buradan da zatın hakikat ve mahiyetine dahil olmayan sıfatlardan müştak olan isimler biliniyor. Nitekim bir "kimse, bir şey'i göstererek «o nedir?» diye sorarsa, bu soruya karşı bir takım müştak (türemiş) isimlerin zikredilmesinin zinhar cevab sayılmayacağını yukarıda açıklamış bulunmaktayız. Meselâ bir hayvanın şahsını işaret ederek «bu nedir?» dese ve cevab olarak da ya uzundur veya beyazdır veya kısadır dense, yahud suyu işaret ederek «bu nedir?» dese ve soğuktur cevabı verilse, yahud ateşi işaret ederek «bu nedir?» dese ve ısındıncıdır cevabı verilse, şübhe yok ki bütün bunlar maliyetin cevabı değillerdir. Bir şey'i tanımak, ancak o şeyin hakikat ve mahiyetini bilmekle kaabildir; müştak isimleri tanıyıp bilmekle değil.
 
Yukarı Dön
zczamaneyolcusu Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 29 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 706
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı zczamaneyolcusu Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 08 Mayıs 2010 Saat 22:45
Evet bir şey'i tanımak, o şey'in hakikat ve mahiyetini tanımaktır. Isındınci ise, hararet vasfına sahip mübhem bir varhktır. Âlim ve kaadir sözümüz de böyledir. Alim, ilim vasfına sahib mübhem bir varlık, kaadir de kudret vasfına sahib mübhem bir varlıktır. Eğer sen, «var olması mümkün olan her şey'i var eden Vacibül-vücud» sözümüzün O'nun hakikatinden ibaret olduğunu söylersen; heyhat! derim. Çünkü «Vacibülvü-cud» sözümüz, O'nun illet ve faile muhtaç olmamasından ibarettir, bu da, O'ndan sebebin selbi hususuna racidir. «Bütün varlıklar O'ndan vücud bulur» sözümüz ise, fiilerin Allah-ü Teâlâ'ya izafeti hususuna racidir. Bu durumda bize «bu şey nedir?» şeklinde bir soru tevcih edilse ve biz «faildir» desek, cevab olmaz. İlleti bulunan, bir varlıktır desek, gene cevab olmaz. Ya illeti bulunmayan bir varlıktır desek nasıl cevab olur? Bütün bunlar O'nun zatının gayrisinden ve nefy veya isbata mevzu olmak üzere zatına izafe edilen bir husustan haber vermektedir. Bütün cevablar isimlerde, sıfatlarda ve izafetlerde kalıyor. O halde «O'nu tanımanın yolu nedir?» diye sorarsan cevaben derim ki:
Bir sabi veya bir innîn (iktidarsız, puluç), bize çiftleşmenin tadını duyma ve hakikatini idrâk etme yolunu sorsa, bu meselede iki yolun bulunduğunu söyleriz. Ya onu kendisine vasfederek tanıtacağız veya «şehvet garizesine ulaşıncaya kadar sabret; o zaman çiftleşmeyi kendin yapar ve tadını öğrenirsin!» diyeceğiznokta Gerçek marifete ulaştıran tahkik yolu bu ikinci yoldurnokta' Birinci yol ise bir tevehhüm yaratmaktan ileri geçmeznokta Çiftleşmeyi tad diye adlandırılan bir nesneye benzetmekten ibaret kalır. Fakat kendisinde şehvet meydana gelir ve tadarsa, onun şekerin tadına benzemediğini ve gerçek tadın, tevehhüm ettiği şekilde olmadığını kesin olarak anlayacaktır. İsmi ve sıfatı hakkında bütün duydukları ve onun lezzetli ve güzel olduğu doğru olmakla beraber.
Böylece Allah-ü Teâlâ'yı tanımanın da iki yolu vardır: Biri kaasır (kusurlu) ve öbürü mesdûd (kapalı) dır. Kaasır, isim ve sıfatların zikredilmesidir ki, bunun yolu, nefislerimizden öğrenip bildiklerimize benzetmektir. Biz kendimizi kaadir, âmil, hayy ve mütekellim olarak biliyoruz. Sonra bunların, Allah-ü Teâlâ'nın vasıflarından olduğunu işittik; delil ile öğrendik; kaasır (kusurlu) olarak da fehmettik. Tıpkı ınnîn'in, şekerin tadına benzetmek suretiyle çiftleşmenin tadını anlaması gibi. Oysa bizim hayatımız, kudretimiz ve ilmimiz, Allah'ın hayat, kudret ve ilminden alabildiğine uzaktır; hatta iki uzaklık arasında münasebet yoktur.
Allah-ü Teâlâ'yı bu evsaf ile tarif etmenin faidesi ise iham, teşbih, kendisine benzemediği halde isimde müşarekettir. Gayemiz, çiftleşmenin tadını ınnîn'e anlatmak olunca, onu kendisine, duyduğu tatlardan biri, meselâ tatlı bir yemeğin lezzeti ile temsil ederek, ona «şekerin tatlı olduğunu, şeker yediğin zaman ağzında tatlılık ve içinde hoş bir raiha hissettiğini biliyor musun?» deriz ve o, «evet!» der. Bunun üzerine «cima (cinsî münasebet) de içte böyledir!» deriz. Fakat ona çiftleşmenin gerçek tadını hakikatine uygun şekilde •anlatmış olduğumuza ve ınnîn'in bu tadı filen zevkeden ve duyan kişinin durumunda olacağına kani misin? Heyhat! Gerçek şu ki bu vasıf bir îhârı, yanlış bir teşbih ve tefhim ve isimde' müşareket olmaktan ileri geçmez. İhamdır; çünkü umumiyetli güzel bir iş olduğu vehmini uyandırır. Teşbihdir; çünkü çiftleşmenin tadı sadece isimde şekerin tadına benzetilmiştir.

Fakat «hiç bir şey O'nun misli gibi değildir; diridir, diğer diriler gibi değil, kaadirdir, diğer kaadirler gibi değil» diyerek teşbihi keseriz. Nitekim «çiftleşme,. şeker gibi tatlıdır, fakat o lezzet elbette bu lezzete benzemez ve aralarında yalnız isimde müşareket vardır!» deriz. Sanki biz, Allah-ü Teâlâ'nın hayy, âlim ve kaadir olduğunu bilince önce kendi sözümüzün mânasını bilmekte ve O'nu ancak kendimizle tanımaktayız. Şöyle ki kulağı işitmeyen insanın, «Allah-ü Teâlâ semi'dir!» sözümüzün mânasını anlaması tasavvur edilemez. Anadan doğma kör de, «O basîr'dir!» sözümüzün mânasını anlayamaz. Nitekim bize, «Allah eşyayı nasıl bilir?» diye sorulsa, «senin eşyayı bilmen gibi!» deriz. «Nasıl kaadir oluyor?» diye sorsa, «senin kaadir olmaklığın gibi!» deriz. Bizim bu cevabımızdan bir şey anlayamaz. Ancak, kendisine münasib olan bir vasıf ise önce onunla kendisinin muttasıf olduğunu ve sonra kendisine mukayese etmek suretiyle başkasını bilir. Allah-ü Teâlâ'nın, bizde münasibi bulunmayan bir vasıf ve hususiyeti olursa bu durumda bizdeki vasıf sadece isimde ona ortak olur. Şekerin tadının çiftleşmenin lezzetine müşareketi olmasaydı anlaşılması elbette imkânsız olurdu.
Her insan önce kendini tanımakta ve sonra Allah-ü Teâla'iyn sıfatları ile kendi sıfatlan arasında mukayese yapmaktadır. Oysa Allah-ü Teâlâ'nm sıfatlan yücedir ve bizim sıfatlarımıza benzemekten münezzehdir. İşte bu marifet kaasır (kusurlu) ve kendisinde îhârh ve teşbih ciheti galibdir. Bu itibarla müşabehetin aslen menfî olduğunu ve isimde müşareket olmakla beraber ikisi arasında münasebet bulunmadığını bilmek gerekir.
Mesdûd (kapalı) olan ikinci yola gelince, bu, kulun tanrılık sıfatlarının tamamını elde edinceye kadar beklemesi ve nihayette tanrı olması yoludur. Tıpkı Sübyanın çiftleşmenin tadını duymak için bulûğ çağını. beklemesi gibi.

Ne var ki bu yol kapalı ve yasaktır. Çünkü tanrılık hakikatinin Allah'dan başkası için hasıl olması mütahildir. Bu yol, tahkiki marifetin yegâne yoludur amma, o, Allah'dan başkasına mutlak ve katî surette kapalıdır. O halde Allah'ı, hakikati üzere Allah'dan başkasının bilmesi muhal (imkânsız) dır. Hatta diyebilirim ki. Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun insanda Peygamber'i Peygamber" olmayandan ayırdeden bir hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o hususiyete sahib olan peygamberin kendi bilir. Peygamber olmayan asla bilemez. Ancak kendindeki sıfatlara benzetmek suretiyle anlar. Hatta daha ileri gidecek ve diyeceğimki: Hiç kimse ölümün hakikatini, cennetin hakikatini ve cehennemin hakikatini bilemez. Bu hususlar ancak ölümden sonra, cennet ve cehenneme girdikten sonra bilinir. Çünkü cennet esbabı melezzettir. Ömründe lezzet duymayan bir insan farzedelim, cenneti ona çekici ve cazib bir şekilde anlatabilmemize imkân yoktur. Cehennem de acı veren sebeblerden ibarettir ki, ömründe acı çekmeyen bir insan farzedelim, cehennemi ona anlatabilmemiz mümkin değildir. Ancak acı çektiği en büyük acıya benzetmek suetiyle cehennemi kendisine anlatabiliriz ve lezzetlerden bir kısmını tatdığı vakit de yemek, cinsî münasebet, manzara ve benzeri lezâizden tatdığı en büyük lezzete benzetmek surtiyle cenneti kendisine anlatmaya çalışırız. Şayet cennette dünyadaki lezzetlere benzemez bir lezzet varsa onu anlatmaya aslen imkân yoktur. Ancak teşbih yolu ile anlatılabilir. Tıpkı çiftleşmenin lezzetinin şekerin tadına benzetilmesi gibi. Şübhe yok ki cennetin lezzetleri, dün
dünyada tatdığımız her çeşit lezzetten, cima lezzetinden, şeker lezzetinden çok uzak ve başkadır. Nitekim cennet lezzetlerinin en doğru tabiri göz görmemiş, kulak işitmemiş ve insan hayalinden geçmemiş lezzetler olarak tavsif edilmesidir. Eğer. dünya yiyeceklerinden birinin tadına benzetirsek, onun dünya yiyecekleri gibi olmadığını ve meselâ cinsî münasebetin lezzetine benzetecek olursak, onun dünyada bildiğimiz cinsî münasebet gibi olmadığını söylemek zorundayız.

Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allah'ı ancak isim ve sıfatları ile tanıdıklarını söylememizin "hayreti mucip olacak tarafı var mıdır? Nitekim cennet hakkmdaki bilgilerin de isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz. îşte insanın isim ve sıfatını işitip de tanımadığı, idrâk edemediği. zatıma erişemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.

«Ariflerin Allah'ı tanımalarının neticesi nedir?» diye sorarsan deriz ki: Allah'ı (gerçek mânada) tanımaktan aciz olduklarını bilmeleridir. İşte O'nu tanıyamıyacaklarını ve tanımanın zinhar mümkün olamıyacağıni bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar. Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakikî marifetle Allah'ı bilmek, Allah'dan başkası için muhaldir. Marifet, yukarıda zikrettiğimiz gibi keşif ve burhan tarikiyle olursa, bir mahluk için mümkin olan marifetin son haddine erişilmiş olur. Nitekim Sıddîk'ı Ekber (R.Â.), «derki idrâkden acziyet idrâktir'.» sözü ile bu gerçeği işaret etmiştir. Hatta kâinatın efendisi Rasûlüllah (S.A.V.) de, «sen kendini övdüğün gibi ben seni övmeye muktedir değilim!» sözü ile bu hakikati kasdediyor. Bu sözün mânası şudur: Ey Allahımî Sana mahsus olan övgüleri ve tanrılık sıfatlarını ihata edebilecek gücte değilim; onları ancak ve ancak sen ihata edersin. Yoksa bu sözden, dil ile tabiri mümkün olmayan hakikatlere erdiğini kasdetmiş değildir.

Marifetin genişlemesi meselesine gelince bu genişleme, O'nun isim ve sıfatlarına dair olan marifette olur. Eğer O'nu bilmek mümkün değilse o halde melekler, nebiler ve velilerin marifet babındaki derecelerinin ne ile birbirinden farklı olacağını sorarsan cevaben derim ki: Marifetin iki yolu olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. Birisi hakikî olan yoldur ki, bu yol, Allah'dan başkasına kapalıdırnoktaBu yolu kazanmak ve idrâk etmek isteyen bir mahluku celâl tecellileri hayrete düşürür ve başını kaldırıp bakmak istediği an, duyduğu dehşetten gözleri kapanır. Sadece isim ve sıfatlan tanımaktan ibaret olan ikinci yol ise halka açıktır. Mahlukların meratibi işte bu yolda değişmektedir. Allah-ü Teâlâ'nın âlim ve kaadir olduğunu icmali olarak bilenle O'nun yer ve gök alemlerinde ruhların ve cesedlerin yaratılışında akıllara hayret veren eserlerini müşahede eden, memleketinin eşsiz ve emsalsiz güzelliklerine ve harika (sanatlarına vakıf olan, bunları bütün ayrıntıları ile inceleyen, herbirinde gizli olan hikmeti arayan, letâifi tadbiri müstevfî ve Allah-ü Teâlâ'ya yaklaştıran melekiyet sıfatlarının tamamı ile muttasıf olan, o sıfatları bilfiil yaşayan bir olur mu? Hatta bu iki kişi arasında erişilemiyecek derecede uzaklık vardır.
Yukarı Dön
zczamaneyolcusu Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 29 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 706
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı zczamaneyolcusu Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 08 Mayıs 2010 Saat 22:45
Mamafi nebilerin ve velilerin meratibi arasındaki farkı, ancak bir misal ile anlayabileceksin. Meselâ İmam Şafiî (Rahimehullah) gibi takva sahibi ve kâmil bir âlimi, malûm olduğu üzere kapıcısı da tanır, talebesi El-Müzenî de tanır. Kapıcı, onun. bir hukuk alimi ve yazarı olduğunu ve halkı Allah'a irşad ettiğini icmali olarak bilir. El-Müzenî ise, kapıcısının tanıması gibi değil, onu sıfat ve malûmatının teferruatını ihata edecek şekilde tanır. Hatta on çeşit ilim sahibi olan bir âlimi, o ilimlerden yalnız birini tahsil etmiş olan talebesinin, tanımış olmasına imkân bulunmadığı halde o ilimlerden hiç birini tahsil etmeyen hizmetçi nasıl tanısın?. Hatta on ilimden birini tahsil eden talebe, eğer o ilimde hocasına müsavi olursa onun onda birini tahkik yolu ile tanımış olur. Şayet o ilimde de hocasının seviyesinde değilse, geri kaldığı hususlarda hocasını tahkik yolu ile değil, ancak icmali olarak bildiği söylenir. Bu icmali bilgi ise, hocasının kendisinden daha çok malûmatlı olduğunu bilmesinden ibarettir.

İşte marifetüllah'da meratibin değişik olması da buna benzer. Allah-ü Teâlâ'nın malûmatına, kudretinin harika eserlerine, dünya, ahiret, mülk ve melekût alemlerini süsleyen eşsiz ve benzersiz sanatlarına vukufiyet arttıkça Allah-ü Teâlâ'ya olan marifeti o nisbette artar ve tahkiki marifete o nisbette yaklaşır.
Eğer «zatın hakikatini bilmediklerine ve bunun müstahil olduğuna göre isimleri ve sıfatlan gerçek ve tam marifetle bilmişler midir?» diye soracak olursan, deriz ki: «Hehatl. Bunu da ancak tam ve hakiki olarak Allah-ü Teâlâ bilir. Çünkü bir zatın alim olduğunu bildiğimiz vakit, hakikatini anlayamadığımız mübhem bir varlığı tanımış olmaktayız. Sadece o zatın ilim sıfatına sahip olduğunu biliriz. Sonra ilim sıfatını gerçekten ve hakikatine uygun şekilde bilirsek, o zatın alim olduğuna dair bilgimiz tamdır; yoksa değildir. Allah-ü Teâlâ'nın ilminin hakikatini ancak o ilime olan bilir ve o ilme Allah'dan başkası sahip olamıyacağina göre O ndan başkası bilemez. Ne var ki kendi ilmine teshih yolu ile anlar. Allah-ü Teâlâ'nın ilmi, halkın ilmine benzemez ve bu itibarla halkın Allah-ü Teâlâ'nın ilmine olan marifeti tam ve hakikî marifet değildir. İlhamı ve teşbihidir. Bu söz, hayretini mucip olmasın. Ben ayni zamanda bir sihribaza ancak o sihribazın kendinin veya onun ettiğiniz şeker gibi veya onun üstünde olan başka bir sihribazın bilebileceğini söylemekteyim. Sihir nedir bilmeyen, sihrin hakikat ve mahiyetini tanımayan kişi, sihirbazın sadece vücud yapısını ve onun, mahiyetini bilmediği bir ilim ve hususiyete sahib olduğunu bilebilir. Sihribazın malûmatına ve taşıdığı hususiyetin mahiyetine vakıf değildir. Gerçi o hususiyetin, 'mübhem de olsa ilmin bir şubesi olduğunu ve semeresinin de gönüllere tesir etmek, cisimlerin zahirî evsafını değiştirmek ve kan kocayı birbirinden ayırmak olacağını bilir. Fakat bu, sihrin hakikatini bilmiş olmak değildir. Sihrin, hakikatini bilmeyen de sihribazın hakikatini bilemez. Çünkü sâhir (sihribâz), sihir hususiyetine sahib kişi demektir ve sihir sıfatından müştak bir isimdir ki, sıfat bilinirse ancak isim bilinir ve sıfat bilinmezse isim de bilinmez. Bu itibarla sihirden başkasının sihir hakkındaki bilgisi, mahiyetten uzak bir umumi vasıfdan ibarettir; yâni sihrin ilmin bir şu'besi olduğunu ve kendisine ilim isminin intibak ettiğini bilmekten ileri geçmez. Allah-ü Teâlâ'nın ' kudretine dair malûmatımız da böyledir. Kudretin bir vasıf ve semeresinin de eşyayı yaratmak olduğunu, kendisine kudret adı verildiğini, çünkü cima lezzetinin şeker lezzetine münasib olması gibi onun da kudrete münasib olduğunu biliriz. Bütün bunlar, kudretin hakikatinden uzak ve ayrı şeylerdir. Ne var ki Allah'ın kudretinin şümulü altına giren eşyanın tafsilatı ve kâinattaki üstün sanat eserleri hakkında malûmat bakımından kulun ihatası arttıkça kudret sıfatını anımaktan nasibi de o nisbette artar. Nitekim bir meyve bir meyvalığı göserir. Hocasının ulûm ve maarifi hakkında talebinin ihatası arttıkça onu daha iyi tanır ve ona karşı saygısı bütünlenir. Ariflerin marifetinin birbirinden farklı oluşu da bu hususa racidir. İşte meratibin nihayeti yoktur. Çünkü kulun, Allah-ü Teâlâ'nm nihayetsiz malûmatından bilebildiklerinin ve bilemediklerinin de nihayeti yoktur. Vücud bulan şey mütenahî ise de insanın ilimler üzerindeki kudretine nihayet tasavvur edilemez'. Gerçi vücud alemine intikal eden eşya, kesret (çokluk) ve kıllet (azlık) bakımından ' birbirinden farklı olurlar ve insanların da marifetde birbirinden farklı oldukları bununla bilinir. Bu durum, zenginliği ile hasıl olan kudrette insanların birbirinden farklı olmalarına benzer. Bir kuruşa veya bir liraya malik olan var; binlerce liraya malik olan da vardır. İlimler de böyledir. Hatta ilimlerdeki farklılık daha büyüktür. Çünkü malûmat sonsuzdur. Malların maddeleri cisim ve cisimler de mütenâhidir ki, kendilerinde sonsuzluk tasavvur edilemez.

Artık yaratıkların marifet denizlerinde birbirinden nasıl farklı olduklarını, marifetin de nihayetsiz olduğunu anlamış oldun. Ve artık bildin ki. Allah'ı Allahdan başkası bilemez diyen doğruyu söylemiştir; yalnız Allah'ı tanıdım diyen de doğruyu söylemektedir. Çünkü vücud aleminde yalnız Allah ve O'nun ef'âli vardır. Allah'ın fiillerine O'nun kendi fiilen olması yönünden bakıp bu yönde karar kılar veya Allah'ın fiillerini gök veya yer veya ağaç olarak görmez de sırf O'nun sun'u ve eseri olarak görürse, bu şahsın marifeti rubûbiyet sahasını geçmez ve bu şahıs için «yalnız Allah'ı tanıyorum!') veya «yalnız Allah'ı görüyorum!» demek mümkün ve caiz olur. Yalnız güneşi ve onun ufuklarda intişar eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın, «yalnız güneşi görüyorum!)) demesi doğrudur. Güneşten taşan ışık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de, ezelî kudretin nurlarından bir nur ve âsânndan bir eserdir. Güneş, bütün eşyayı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam olarak ifade edemediği mâna da zaruret icabı ezelî kudret olarak tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezelî kudrettir ve bu mânada vücud âleminde yalnız Allah'ın bulunduğu ve arifin de «yalnız Allah'ı tanıyorum!» demesi caizdir.

Hayreti mucib olan hallerden biri de, «Allah'dan başka bir varlık bilmiyorum!» diyenin doğruyu söylemiş ve ayni zamanda «Allah'ı bilemem!» diyenin de doğruyu ifade etmiş olmasıdır. Ne var ki bu sözlerin vecihleri değişiktir. Nitekim vecihleri değişik olan mütenakızları tekzib etmek gerekseydi, Allah-ü Teâlâ'nın «attığında sen atmadın; ancak Allah attı-» Kavl-i Şerifi doğru olmazdı. Oysa doğrudur. Çünkü rami (atıcı), iki itibarla ramidir. Birinde kula, öbüründe ise Allah'a nisbet edilmiştir ki, bunda tenakuz yoktur.
Artık bu kadarla iktifa edelim; sahili bulunmayan bir denizin enginlerine açılmış olduk. Bu çeşit sırların, kitablara tevdi edilmek suretiyle tebeddüle uğramaması gerekir. Bunların burada arz ve beyanı kasıtsız gelmiş olduğundan bu bahsi kapatarak Esmâ-i Hüsnâ'nın mufassal olarak izahına dönelim.
Yukarı Dön
zczamaneyolcusu Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 29 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 706
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı zczamaneyolcusu Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 08 Mayıs 2010 Saat 22:46
ALLAH (c.c.)
Lâfza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydâna gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz.


FAİDE :
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna, olmaksızın, bütün ilâhi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedirnokta Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mâna birimlerine delâlet etmektedir.

Ve yine bu isim, Allah'dan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmiyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedirnokta Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağınlabilir: Kadîr, Alîm, Halım gibinokta İşte bu iki sebebdendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur.

BİR İNCELİK :
Diğer isimlerin mânaları, kula sübutu itibarila da tasavvur edilebilir. Hattâ merhametli kişiye rahim, bilgin olan kişiye âlim, sabırlı olan'a sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabiî Allah'a denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lâkin «Allah» ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah'dan başkasına itlâk edilemeznokta Yukanda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es'sâbûr, Eş'şekur, el'cebbar, el'melik gibi isimler Allah'a izafe edilerek: «Bunlar Allah'ın isimlerindendir» denilmiştir de Allah ismi, Sebûr ve Şekûr'ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilâhî mânaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak O'na (Lafza-ı Cellâl'e) izafetle tanımlanmıştır.

TENBÎH:
Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allah'a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, gözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından korkmamalı!nokta. Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O'nun (Allah'ın) gerçek varlık olduğunu, O'ndan başka ne varsa, bütün herşeyin fani, "boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştırnokta Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağını bilmelidir. Nitekim Resûlullah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab'ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid'in şu sözüdür: «Allah'dan mâada herşey boştur.»
 


Düzenleyen zczamaneyolcusu - 08 Mayıs 2010 Saat 22:53
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,078 Saniyede Yüklendi.