Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali Hakkında Söylenenler > Gazali'yi Savunanlar
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Dinsiz akılcılar ve imam-ı gazali

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
sibel Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 28 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 189
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı sibel Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Dinsiz akılcılar ve imam-ı gazali
    Gönderim Zamanı: 05 Mayıs 2010 Saat 23:34
DİNSİZ AKILCILAR VE İ. GAZALİ
Uğur YAMAN
I.
Ufuklar” şiirinde “Ruh, ufûksuz yaşayamaz.” der Y. Kemal. Ufkunu yitiren ruh, kötürümleşir. Ruhun kötürümleşmesine, mefluç bir hâl belirtmesine ve nihayetinde hayvandan daha aşağı seviyelere düşülmesine sebep; nefsin bedene dönük olan cephesinin bedenin arzularına mağlup olmasıdır… Bu yüzdendir ki nefsin bilinmesi, onun bedene dönük olan bu cephesinin bedenin araz ve arzularından uzak tutulması gerekirken, üst âleme dönük olan cephesi ebedi saadetin sebeplerinin indiği yerle daimi surette muhabbet hâlinde olmalıdır. Bu muhabbet, bilgi ile elde edinilir. Bilgilenme faaliyeti ile de var olan ünsiyet kuvvetlendirilir.
Bu ünsiyet neticesinde maddelerden (arazlardan) mücerret olan küllî mânâlar kavranır. Kavranan bu mânâlar (suretler) şayet maddeden soyut değilse tecrit melekesi sayesinde alâkâlarından soyulur. Doğuştan sahip olunan “tenkid şuuru”nun şuurlaşması, müteal bir istidat olan tecritin meleke hâline gelmesi ile birlikte de ruh kutbuna meyletmeye muvafık olunur, ruh, ufuk kazanır. Ufuk kazanan ruh, idrakin aczini idrak eder... Aczini idrak eden “idrak”?..
Herşeyi Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret bilen, idrakin acziyetini idrak eden, bâtın hissesiyle zâhirde görünen İ. Gazalî, idrakin “idrak edilen şeyin sureti” yahut “bir şeyin hakikatinin benzerini almak” olduğunu söyler. Burada kastedilen, o şeyin haricî hakikati, haricî sûreti değil, duyan süje’de temessül edendir…
İdraki böyle ifade eden İ. Gazalî, idrak edilen şeylerin tecridi hususunda dört mertebe olduğunu söyler:
1- “His”sin idrak mertebesi: His, kendine göre bir nevî tecrid yapar. Zira duyu organına duhul eden suret değil, canın bir benzeridir… Fakat bu “misâl”, hariçte belli bir miktar derinliğe sahip olduğu takdirde meydana gelir.
2- “Hayal”in idrak mertebesi: Hayal, burada daha tam ve açık tecrid yapar. Çünkü hayal, tecridinde müşahedeye ihtiyaç duymadan, eşyanın keyfî ve kemmî vd. hususiyetleriyle birlikte idrak eder.
3- “Vehim”in idrak mertebesi: Vehim’in idrak ilk iki mertebedeki idrake nispetle daha kâmil ve mükemmeldir. Çünkü vehim, eşyaların çeşitli hususiyetlerinden farklı bir şekilde mücerret olarak maddeyi idrak eder.
4- “Akıl”ın idrak mertebesi: Aklın idraki tam ve mükemmel bir tecrittir… Bu idrak, cismin arazlarından arî olup, onu idrakte arazı istemekten uzaktır. Onların hakikatlerini kavrar, tecrit etmesi gerekiyorsa tecrid eder, değilse olduğu gibi idrak eder.
Akıl’ın idrak mertebesinde İ. Gazalî, hususen bir şeye dikkat çeker ki, bu başıboş arayışı sistemleştiren, tecrit hileleriyle avunan kadavra mistiklerini enselemek bakımından mühim. Akıl, tecrit vasıtasıyla dışarıda mevcut gerçek kavramları elde eder, kazanır. Yani tecrit, sadece objelerden kavramlar çıkarıp, muhayyileden akla nakletmekten ibaret olmayıp, onları bilgi hâline getirmektedir. Tecrit bunun için, bu amaçla, bu gayeye matuf… Zihin fantezisi için değil. Bu yolda, “tenkid şuuru”nun şuurlaşmasında, tecrit melekesi ile kainâtla, eşya ve hâdiselerle münasebete girmede, onları teshir edip, insan olma keyfiyetinin düşülmesinde “ol”durucu muazzez ölçü belli; ilim ve amel. Ne sahte tecrit hileleriyle başıboş arayışçılık ve ne de ilimsiz amel. İlim ve amel kanatlarıyla tecrit ufku kazanmak, aşk’ın kesiksiz bir oluş süreci olduğunu idrak etmek, her ân bir ibdâ hamlesi yapıp, eşya ve hâdiseleri teshir etmek… Kendi tekâmülünü tamamlamakla mükellef olup, hürriyetin ahlâkî bir zorunluluk olduğunu idrak eden bir ferdin kuşanması keyfiyetlerdir bunlar!.. Peki bütün nasıl olacak?.. Tabi ki akılla. Hangi akılla?.. Pek tabiî olarak ruha bağlanmak suretiyle keyfiyetini ortaya koyan akılla. Ruha bağlanmayan akıl nedir?.. Dinsiz akıl.
II.
Din, hariçten bir akıl; akıl da dahilden şeriat… Şeriatın hariçten bir akıl olması sebebiyle ki, Allah (c.c.) “akıl” ismini kâfirden kaldırdı: «Onlar sağır, dilsiz ve kör oldukları için bir şey anlamazlar (akıl etmezlar).» (Bakara-171) Akılı akılla iptal eden İ. Gazalî’ye göre, akıl, temeldir. Din de bina. Temelsiz bina neyse, dinsiz akıl da öyle. Din, ancak şeriat sayesinde doğru yolunu bulan akıl sayesinde açıklık kazanır.
Akıl, “akıl”ın nasıl kullanıldığı, “akıl”a verilen paye… Bunlar bir cemiyetin “ahlâk”ının göstergesi olup, aklın dinini kaybetmesi cemiyetin felâket sebebidir. “Akılsız din”den hiçbir şey zuhur etmez. Nasıl ki göz görme âleti ise ve göz, göz nuru ile gördüğü için, göz nurunun kaybolması ve ışığın yitmesiyle birlikte insan göremezse din de akılsızlık yüzünden fert ve cemiyet hayatından silinir, birkaç ritüelden ibaret telâkki edilir. Bu, akıl için de geçerlidir. Akıl görür, duyar ve fakat idrak edip, akledemez.
Nihayetinde tecrit ufku daralır. Her mevzua sathî yaklaşılır. Ancak ilimle elde edilecek cehaletler sergilenir. “Şiir idraki”ne sahip olunmamasından dolayı kaba- saba muhakemelerde, kestirme hükümlerde, yersiz- gereksiz istihsallerde bulunulur. Kendi “ben”ini İslâma nispetle inşâ etme kaygısı yiter. Sahibi olunan malûmatların fikre tevcih edilememesi yüzünden kibre dûçar olunur. Kendi “ben”ine bakışında buram buram kibir kokan bir tavrın sahipleri “din- akıl”, “ruh- beden”, “ruh- nefs” münasebetini, müşterekliğini ve ayrıldıkları noktaları göremedikleri için “ilmi yüzünden helâk olan”lar zümresine dahil olurlar.
Oysa ki gaye, akılı akılla iptal edip, sezgici akılla dindeki gizlilikleri açık edip, Gaye İnsan- Ufuk Peygamber’in tamamladığı “güzellik”i anlayıp, anlamlandırıp, kendi benine tevcih edip bunu dil, duygu ve düşünce faaliyetlerinde göstermektir… Bütün okumalar bu gayeye nispetle yapılmalı, hâdiselere hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine ermek arzulanmalıdır…
Bu gaye gözden ırak tutulduğu nispette ilmetme hâlinden uzak düşülür. İlmin “ilim bilmek” olduğu idrak edilemez. Bu idrak edilemediği için de Y. Emre’nin «İlim, ilim bilmektir/ İlim, kendini bilmektir» sözündeki hikmet es geçilir, ilk mısra “dandini dastana danalar girmiş bostana” muamelesine tâbi tutulur.
İlimin ilmetmek olduğunu idrak eden Y. Emre akılı ne yapsın?.. O, akılın hakkın vermiş, “akıl”ı akılla iptal etmiş ve artık hikemiyat plânına geçmiştir. Y. Emre misâli, hikemiyat plânına geçilmesi, her şeye hikemî veçhesiyle bakabilme hassesine erilmesi ile birlikte aşk’ın kesiksiz bir oluş süreci olduğu daha iyi idrak edilir. Bu idrakle aşk’ın sırları kavranır. “Ayn”ın ağzından giren, “şın”ın testeresi ile enaniyetini, nefsanî taraflarını törpüleyen ve “gaf”ın teknesinde yoğrulup pişen, bu “sır”rın sırrîliğini kaba- saba akıl- mantık hesaplarıyla örselemez, aşk’ın nizamîlik istediğini kavrar… “Maşuk”un varlığı “nizâmî olan”a davettir… Bu davete icap edilir, nizamî olana tâbi olunur, her an yapılan ibdâ hamleleri ile “oluş” çilesinde terakki edilir, Leylâ’da Leylâ aşılıp Mevlâ’ya ulaşılır, ilâhî visâle erilir…Ve her şeyin Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret olduğu anlaşılır. Bu hâlle bütün dünyaya emsâl teşkil edilir.
Bu hâlle bütün dünyaya numune teşkil edilse de, bu dilden; hakikatin peşinden gidecek kadar er yürekli olmayan, doğruyu yanlışa âlet eden, hâl muhasebesine sahip olunmadığı için efemine bir tavrın sahibi olduğunu fark etmeyen, “ol”mayan yürekinde devletini ilân eden, bu hâline bakmadan bir de yürek fethinden bahseden aşk tacirleri de, yaptıkları harf devrimiyle nesillerin İslâm harfleriyle aşkı yaşamasına engel olan ruh baltalayıcıları da, Batı’ya şapşalca bir taaccüp besleyenler de anlamaz
III.
İslâm ilim tarihi incelenmeden, anlaşılmadan Batı’nın ilmî inkişafı, Batı’nın Orta Çağı ve Orta Çağ ile Yeni Çağ arasındaki geçişin, sürekliliğinin kavranamayacağı gün gibi aşikâr… Batı, kendi atasını, İslâm fikir tarihinde boy gösteren şarihlerden tanıdı. Şarihlikten öte bir değer belirten “filozofların” telif eserleri sayesinde de, kendi anlam haritalarını oluşturmak suretiyle, onları kritik etti, özünü aldı, posasını kaba softa- ham yobaza bıraktı. Ve neticede inkişafını gerçekleştirdi.

Bu inkişafta İ. Gazalî gibi remz şahsiyetlerin yanında İ. Sina, İ. Farâbî gibi tersine mucize belirten Meşşaî filozoflar da büyük tesir sahibidir. Meşşaîlerin tesiri inkâr edilmez, bilâkis yüksek sesle ifade edilir de sıra İ. Gazalî’ye geldiği vakit bütün diller susar.
Meşşaîliğin bir kurucusu yoktur. İshak b. Huneyn’in ilmî gayretleri, tercüme faaliyetlerine de ivme kazandırdı. Kısa zamanda Eflatun, Aristo başta olmak üzere birçok filozofa şerh yazan şarih yetişti. Neo-platoncu şerhleri de önlerinde bulan, onlardan da istifade eden şarihlerin çalışmasına paralel olarak tıp, astronomi, fizik, riyaziyeye dair yeni metodlar, usuller de teşekkül etmiş, bu gelişme, İslâm akaid sahasında çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Bu süreçte Kindî bir kırılma noktası oldu.
Kindî’den itibaren ehl-i sünnete aykırı zehirli tesir daha bir hissedilir hâle gelmiş, İslâm akaidi Yunan filozoflarına göre değerlendirilmeye başlanmıştır. Haricîleri, Şia’nın bir kolu olan Batınîleri bu babta değerlendirmek gerekir. Bu zehirli tesir, sadece nazarî sahada değil ferdî, içtimaî, siyasî… hayatın her alanında görülüyordu. Bu meyanda ifade edelim ki, İBDA’nın yıllarca mücadelesini verdiği ehl-i sünnet kavgasını, hassasiyetini “lüks” gören köşesizlerin geçmişten çıkaracakları çok ders var.
Ferdî, içtimaî, siyasî… her alanda Meşşaîliğin zehirli tesirlerinin hâkim olup, her şeye dinsiz aklın yön verdiği bir dönemde dünyaya geldi İ. Gazalî. Hedefi Meşşaîlerdi. Fakat çok cephede savaş vermek durumundaydı. Onun Meşşaîlerin yanında Meşşaîlere karşı mücadele verdiğini zanneden fakat, bilerek veya bilmeyerek, Fırka-i Naciye’ye zarar verenlerle de mücadeleleri oldu.
İ. Gazalî’nin kaygısını, kavgasını; “insan’ın içinde bulunduğu iman buhranından kurtarmak” olarak ifade etmek mümkün. Bu buhrandan kurtuluş için iki kelimelik bir fikir, bir reçete sunar İ. Gazalî: İlim ve amel.
İ. Gazalî büyük bir münekkit, büyük bir ahlâkçıdır… Remz şahsiyettir… “Remz şahsiyet” olmasından dolayı da her dem saldırılara maruz kalmıştır. İ. Gazalî’ye saldıran dahilî ve haricî bedbahtlar türlü türlü, soy soy, boy boy… Satıhta kaldığı için malûmatı fikre tevcih edemeyen basit malûmatfuruşu, İ. Gazalî’nin “illî bağ”a dair düşüncelerinden yola çıkarak, «Gazali sebep ile netice arasındaki bağı inkâr etmiştir. Bu, ilmin inkârıdır.» demek suretiyle ancak ilimle elde edilecek bir cehalet örneği sergilerken, ayak takımından olan kimi de «İ. Gazalî ile birlikte İslâm düşüncesi gerilemeye başladı» der. Bunların cümlesi İ. Gazalî’yi Batının kaynaklarından tanır ve bu yüzden de onu zinhar anlayamaz… Gazalî’yi tanımayanlar peki Batı’yı ne kadar tanıyor?.. Keşke tanısalar, ama maalesef, onları da tanımıyor, anlamıyor.
Bizim öz malımızı alarak inkişafını gerçekleştiren Batı’yı, onun geçirdiği tekâmülü ve geldiği noktayı bir Descartes’ı, bir Leibniz’i, bir Hume’u, bir Kant’ı, bir Malbrach’ı, bir Boutroux’yu, bir Bergson’u, bir Kierkegaard’u, es geçmek suretiyle nasıl değerlendirebiliriz?..
Peki Gazalî’nin cevher ve arazın değişim ve oluş içinde bulunması, devamlı yaratılış fikrini kabul etmesinden dolayı Descartes’a; varlıkların meydana gelmesinde “kâfi sebep”i kabul eden fikirlerinden dolayı Kant’a bir dönem çok derinden tesir eden Leibniz’e; “illî bağ”a dair düşüncelerinden dolayı Hume’a, “adî illet” fikriyle Malebranche’a; yine aynı çizgide olan ve Batı’da “ruhçu pozitivist” olarak anılan Boutroux’ya; “korku”ya, “sabır”a, “ümit”e dair fikirleriyle “kaygı”yı nazariyeleştiren Kierkegaard’a, Hume ile birlikte dogmatik uykudan uyanıp yeni bir istikamet kazanan, Batı fikir tarihinde bir zirve olan Kant’a ve onun “kategorik imperatif”ine, “fenomen” “numen” ayrımına, Kant’ın, Botroux’un çizgisinden gelen ve sezgici metodu benimseyen Bergson’a olan tesiri nasıl ve niçin yok sayılır?..
Bunu, «İslâm olmasın da ne olursa olsun» pisliği olarak bir cümlede hulâsa edebilir miyiz?.. Öteki’leri bütün cepheleri ile tanıma zaruretini, mükellefiyetini aklımızdan çıkarmadığımız müddetçe, evet!..
Büyük Doğu- İBDA bağlıları olarak, babasının yediği muhallebiden yola çıkarak, muhallebiyi tarif ve tavsiye edenler gibi olmama zaruretimiz ortada… Dava, “zatî itibariyle doğru ve yanlış yoktur” ve “hakikate mutlak mânâda zıt söz söylemek mümkün değil”i anlamak, anlamlandırmak ve her şeyi, herkesi hakikatin hakikatine nispetle değerlendirip, aksiyona geçmek… Bu öyle bir aksiyon ki, ufuksuz bir ruha sahip olan, atasının mirasını yiyen, «Biz Yunusların, Mevlâna’nın torunuyuz ama bakın Foucault’yu da, Baudrillard’ı da tanırız.» şeklinde fikrî rüküşlük içinde olan “kör satıcılar”ın kör alıcılara karşı tutturdukları retoriklerini bozucu, onları dehleyici bir vasfı da haizdir.

Y. Kemal ile başladığımız yazımızı yine Y. Kemal’den bir mısra ile bitirelim: «Rûh ara kendine bir rûh ufku». Kendine bir ruh ufku arayanlara “Ufuk ile Hafiye”nin romanı olan Tilki Günlüğü’nü tavsiye edelim. Ruh ufkunu aramak bir mânâda “ben kimim”e cevap aramaksa, Tilki Günlüğü’ndeki seyir de “Bir ve Pîr Olan”ın yüzünde kendi “kim”inin takipçisi olmaksa, bu yolculuğu, talip’in seyr-i süluk yolunda terakki etmesi olarak da tavsif etmek mümkün.
Kindî’den itibaren ehl-i sünnete aykırı zehirli tesir daha bir hissedilir hâle gelmiş, İslâm akaidi Yunan filozoflarına göre değerlendirilmeye başlanmıştır. Haricîleri, Şia’nın bir kolu olan Batınîleri bu babta değerlendirmek gerekir. Bu zehirli tesir, sadece nazarî sahada değil ferdî, içtimaî, siyasî… hayatın her alanında görülüyordu. Bu meyanda ifade edelim ki, İBDA’nın yıllarca mücadelesini verdiği ehl-i sünnet kavgasını, hassasiyetini “lüks” gören köşesizlerin geçmişten çıkaracakları çok ders var.
Ferdî, içtimaî, siyasî… her alanda Meşşaîliğin zehirli tesirlerinin hâkim olup, her şeye dinsiz aklın yön verdiği bir dönemde dünyaya geldi İ. Gazalî. Hedefi Meşşaîlerdi. Fakat çok cephede savaş vermek durumundaydı. Onun Meşşaîlerin yanında Meşşaîlere karşı mücadele verdiğini zanneden fakat, bilerek veya bilmeyerek, Fırka-i Naciye’ye zarar verenlerle de mücadeleleri oldu.
İ. Gazalî’nin kaygısını, kavgasını; “insan’ın içinde bulunduğu iman buhranından kurtarmak” olarak ifade etmek mümkün. Bu buhrandan kurtuluş için iki kelimelik bir fikir, bir reçete sunar İ. Gazalî: İlim ve amel.
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,047 Saniyede Yüklendi.