Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali İle İlgili Güncel Haberler > Gazali ile ilgili güncel haberler
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Gazalide İsevi esintiler

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
sibel Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 28 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 189
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı sibel Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Gazalide İsevi esintiler
    Gönderim Zamanı: 19 Mayıs 2010 Saat 00:08
Gazalide İsevi esintiler Yazdır E-posta
Cuma, 18 Nisan 2008

  Mustafa ÖZCAN

Peygamberler ve getirdikleri mesajlar; dönemlerindeki genel konjonktür ve şartlar ve yapıya uygunluk arzeder. İhtiyaçlara cevap verir. Musa Aleyhisselam, azgın bir kavme değil, ezilmiş (mustazaf) bir kavme, yani Firavun tasallutunda olan Beni İs-rail’e gönderilmişti. Bu özelliğinden dolayı celal sıfatıyla muttasıftı. Bir diğer hususiyeti, zahir ismine ayinedarlık etmesidir. Musa Aleyhisselam’dan sonra ise Musevilerin kalpleri katılaşmış ve bunun üzerine aynı kavme ve daha şumullü olarak dönemine ve dönemindeki insanlara gönderilen Hazreti İsa “batın” isminin tecellisine mazhar olarak, Yahudilerin dini anlayışındaki katılığı gidermeye gelmiştir. Bundan dolayı, mesajı ahkam ve kurallar üzerine mebni olmaktan ziyade; kalp üze-rine ve maneviyat üzerine müessestir. Buna rağmen katılıklarından vazgeçmeyen Yahudilerin büyük kısmı manevi saltanatla gelen Hazreti İsa’ya iman etmemiş, O’n-da bir Hazreti Davud’un zahiri saltanatını aramış ve bulmak istemişlerdir. Hazreti İsa kelimelerin ruhunu ve Kelimullah olan Hazreti Musa’nın ruhunu diriltmeye gelmişti.


Kelimelerin bir ruhu vardır ve kelimeler cümlede ruhunu bulmadığı zaman; yanlış kullanıldığına hükmederiz. Kelimeler yer yer yanlış yerlerde kullanıldığı gibi, kanunlar veya şeriatlar da ruhlarından arındırılarak yanlış yerlerde kullanılabilirler. Bu yanlış kullanım konusunda Peygamberimiz Sallellahü Aleyhi ve Sellem geçmiş ümmetlere atıfta bulunmuş ve onların biçarelere kanun ve cezaları tatbik ettiklerini, ama saygın ve seçkin zümreleri bundan muaf tuttuklarını hatırlatmıştır. Hazreti İsa’da Musa Aleyhisselam’dan sonra Musevilerin elinde ruhunu yitiren şeriata yeni bir ruh aşısında bulunmaya gelmiştir. Sonra Hristiyanlık da bu kıvamı muhafaza edemedi ve din, İslam’ la kemal ve kıvam buldu.


İslam ruhla kalıp arasında, mânâ ile lafız arasında kayan sarkaçları yeniden yerli yerine oturttu. Tanzim etti. Ahengi yeniden iade etti. Bununla birlikte İslam’da değil ama İslami anlayışta yine dengeler zaman zaman bozulmuş ve bazı fırkalar sertlikte Musevilere, esneklikte ise İsevilere benzemişlerdir. Bir taraf ruhun, bir taraf bedenin mirasçısı olmuştur. Zamanla İslam’ın bütünlük içindeki kisvesini parçalayanlar da, parçalardan kendilerine elbiseler dikmişler ve bunun da İslam olduğunu ileri süre gelmişlerdir. Bütünlüğün bozulması sonucu ifrat ve tefrit akımları zuhur etmiştir. İslam’ın özü, ruhu mesabesindeki deruni ve maverai boyut; Cahız’ın isimlendirdiği şekilde (El Beyan ve’t Tebyin adlı eserinde sufiler için “es sufiyye minan nüssak” ifadesini kullanmıştır. Baknz. el Gazali, Prof. Dr. Ahmet Şirbasi, sayfa;145) tasavvuf ve anlayışını reddeden zahirperestler olmuştur. Buna mukabil sarkacın diğer tarafında tasavvuf adı veya kisvesi altında şeriatı sulandıran ve ahlak adına ahlakı tahrip eden nevzuhur ve türedi anlayışlar da olagelmiştir.


İslam’ın hukuki veçhesine bakan W.Montgomory Watt gibi bazı müsteşrikler, İslam’da Musevi esintilerden bahsederken, bazıları da bunun aksine İsevi esintilerden sözetmektedirler. Özellikle tasavvufi ve batıni anlamda Hristiyani eğilimlerden sözedenler olmuştur. İslam, her iki dinin de mirasçısı olarak, her iki tarafın da özelliklerini kendisinde cemetmiştir. Buradan yola çıkarak İslam’daki Hristiyani veya Musevi esintilere ve izlere nasıl bakmalıyız? Başından beri İslam’dan önceki dinlerin me’haz olup olmaması keyfiyeti sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu noktada bazı İsrailiyat rivayetleri İslam’a yol bulurken, bazı Müslümanlar da bunları ayıklama cihetinde aşırı hassasiyet göstermişlerdir.


Eski peygamberlerle ilgili, dünyanın yaratılışıyla ilgili olarak, bilhassa Musevi kaynaklarda bol miktarda bilgiye rastlanmaktadır. Kısas-ı Enbiya ve Mevaiz bahislerinde bunlar İslam kültürüne intikal etmişlerdir. Dünyanın veya insanlığın ömrü gibi konularda bazı ehli tahkik olmayan kıssacılar veya hisseciler bunları hiç bir öndeğerlendirmeye tabi tutmadan kullanmışlardır. Tevrat veya diğer dini kitaplarda doğrunun yanında yanlış, vahyin yanında tarihi sokuşturma ilaveler de vardır. Bu açıdan Hazreti Ömer gibi sahabiler bu kitaplara bakışta; tarafsız ve nötr bir tavır takınmışlardır. Hakikatıni bilemedikleri rivayetleri ne kabul, ne de reddetmişlerdir. Ama Ebu Hureyre gibi istizade, yani ilmini artırmaya meraklı olan sahabiler, bazı dini mesailde Beni İsrail kaynaklarını kontrol, mukabele ve teyid etmişlerdir. Aslında muhaddisler bu konularda neyin İsrailiyattan olduğunu, neyin olmadığını ayıklamışlardır.


Vehb ibn-i Münebbih, Kabu’l Ahbar gibi Musevi asıllı sahabilerden gelen hadisleri genellikle kabul etmişlerdir. Ama sünnet konusunda toptancı davranma eğiliminde olan Ahmed Emin, Reşit Rıza gibi bazı modernistler, bu meseleyi fazlaca kaşımışlardır ve büyütmüşlerdir. Hadis külliyatını elemek ve budamak maksadıyla İsrailiyat meselesini bir manivela aracı olarak kullanmaya kalkmışlardır. İbni Hacer, Fethü’l Bari adlı eserinde Peygamber Efendimiz Sallellahü Aleyhi ve Sellem’in yalan rivayetlere izin vermediğini hatırlatarak; doğruluğundan ve sıdkından emin olunan hususlarda İsrailiyat kaynaklarının kullanılabileceğine hükmetmektedir. (Fethü’l Bari, Cilt 8, sayfa 120’den naklen Et Tesirü ve’l Müfessirune, Muhammed Zehebi, Cilt 1-Sayfa 172)


Demek ki bu husustaki miyar ve ölçü İslam’dır. Doğruluğu test için önceki kitapların veya ümmetlerin mıraslarını Kur’an ve İslam mihengine vurmak gerekmektedir.
Eski kitaplara yaklaşımda günümüzde iki eğilim vardır. Bunlardan birincisi İran’lı düşünür ve akademisyen Hüseyin Nasr’ın temsil ettiği görüştür. Hüseyin Nasr biraz da tefrite düşerek, geleneği olduğu gibi sahiplenmek ve kutsamak eğilimindedir.
Önceki dinlerin geleneğinde sahih bir damar olduğunu söylemek başka; geleneğin tamamen sahih olduğunu söylemek daha başkadır. Onlardaki doğrular sis bulutları içinde kalmıştır. Bu hususta orta yol galiba şu olmalıdır:


Eski dinlerin nesh veya yürürlükten kaldırılmadığını savunmak ne kadar yanlış ise; onlardan geriye hiç hakikat kırıntısı kalmadığını söylemek de o derece isabetsizdir. İslam şeriatıyla Musevi şeriatı arasında mukayese yapan bazı müsteşrikler nasıl İs-lam’da Musevi temayüllerinden bahsediyorlarsa, İslam’da tasavvufi tecrübeden dolayı Hristiyani esintilerin varlığına hükmedenler ve paralellik kuranlar da vardır. Maalesef bu konudaki yaklaşımlarda bazı komplocu kurgular da var.


Sanki bazı Musevi asıllı sahabiler ve tabiin, İsrailiyat rivayetlerini maksatlı bir şekilde, İslam kaynaklarını bulandırmak için sokmuşlar gibi telakkilere rastlanmaktadır. Aynı telakki tasavvufun kaynakları için de geçerlidir. İsmail Raci el Faruki gibi bazı modern akademisyenler, tefsirlerdeki İsrailiyat tartışmasında olduğu gibi tasavvufun menşeinde ve kaynaklarında kendilerine göre yabancı unsurlar arıyorlar ve görüyorlar. Bilhassa bazı mehtedilerin eski anlayışlarını tasavvuf adı altında İslam’a soktuklarına inanmaktadır. Gerçekten de bu iddiada geçerlilik payı var mıdır? Filhakika Gazâli gibi tasavvuf aktabı arasında İsevi esintiler taşıyanlar fiilen de olmuştur.


Peki bu Gazâli’nin İslam anlayışının İslam değil de Hristiyanlık olduğu anlamına mı gelir? Bazı hasımları böyle söylese de asla bu anlama gelmez. Tasavvufda peygamberlere isnad edilen çeşitli makâmlar vardır. Peygamberler, manevi makamlarda velilerin modelleridir. İmam-ı Rabbani’nin de Mektubatı’nda ifade ettiği gibi, hem Hazreti Ali, hem de Mehdi aslında İsa makâmının temsilcileridir. Gerçekten de Gazâli’nin üslubuna baktığımızda mânevi ağırılğı hemen hissedilmektedir. Üslubundaki selaset ve ve derinlik onun kalbinden ve deruni anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede İslami anlayışa paralel düştüğü müddetçe Hristiyanlık kaynaklarından etkilendiği ve hatta İhya’ya bazı kesitler aldığı malûmdur. (Ahmet Şirbasi, El Gazâli, Darü’l Ciyl-Beyrit Sayfa 18) Burada ibret; İslam’ın ölçü ve kıstas olmasıdır. İslam ölçü olduğu ve kaldığı müddetçe bir şeyin butlanına hükmedilemez.


Elbette ortak kaynağın mahsulü olan İsevilik de ruhhbanlık ve teslis gibi bozulmuş yönlerin yanında, bazı bozulmamış yönlerin de varolması tabidir. Esasen İslam, Hristiyanlığın bozulmamış yönlerini tashih eder; bozulmamış yönlerine de varis ve camidir. Bugün Batıdaki ihtidalarla ilgili olarak yapılan değerlendirmeler ve araştırmalar göstermiştir ki, muhtedilerin tamamına yakını İslam’ın tasavvufi geleneğinden etkilenmiştir. Mevlâna Celâleddîni Rûmî veya diğer tasavvufi telakki ve cereyanlar hâlâ insanlığı etkilemektedir. Aslında Hristiyanlar, tasavvufda kendilerini ve aradıklarını bulmaktadırlar. İlgileri bunadır. Dr. Colin Turner gibilerinin de belirttiği gibi slogancı yaklaşım ise kemseyi etkilememektedir. Slogancı yaklaşımları ise taassubu ve katılığı açısından Musevi dindarlara veya anlayışlarıyla mukayese etmek mümkündür. İnsanlığın aradığı şey, İslam’ın deruni boyutundadır. Daha doğrusu zahiri boyut, deruni boyutla tekemmül etmektedir. Hristiyanlıktaki gibi sırf mânevi boyut da kâfi değildir.


Günümüzde İsmail Race el Farukî gibi bir takım akademisyenler ve ilim adamları, genelde İslam tasavvufunun, özelde ise Gazâli’nin Hristiyanlıktan etkilendiğini söylemektedir. Farukî yine aynı hususta İbni Teymiyye’nin şakirdi İbni’l Kayyım gibi Gazâli’nin hadis dağarcığının kıt olduğunu söyler. (el Gazâli, Ahmed Şirbasi, Sayfa; 63 ve The American Journal of İslamic Social Sciences, Fall;1999-Sayfa;14)
İsmail Raci el Farukî, Gazâli’nin Hristiyanlıktan etkilendiğini söyler ve bazı İncil ifadelerini hadis gibi naklettiğini ileri sürer. Buna dair iddialardan birisi Luka İncili’nden bir alıntıdır: “Hiçbir hizmetçi, iki efendiye birden kul olamaz. Ya birinden birini sever, ya da birinden birine nefret eder. Ya birine tabi olur, ya ötekini terkeder. Aynı zamanda hem Allah’a hem de mala kul olunmaz. (Luka;16/13)...”


Hadisle karıştırılması ayrıca ele alınabilir ama, bizce Hristiyan kaynaklarından Mevizc bâbından böyle bir alıntıda bulunmaya ne mâni var? Dolayısıyla burada, Ga-zâli ve tasavvuf karşısındaki peşin hükme malzeme aranıyor gibidir. Buna bizde “öküz altında buzağı aranıyor” denmektedir. İsmail Raci el Farukî’nin Gazâli’de en fazla eleştiriye açık gördüğü husus, zühd ve dünyadan istiğnadır. Dünya vergisi, ötedünyacı eğilimidir. Bunu dünya ile müslümanların münasebetinde negatif bir unsur olarak telakki etmektedir. Ve bu eğilimi Hristiyani ve Budist kaynaklara ve tesirlere irca etmekte, bağlamaktadır.


Ona göre aşırı dünya vergisi Hristiyanlık ve opo-kaliptik literatürün etkisinden kaynaklanmaktadır ve onlardan devşirmedir. Farukî’ye göre her iki eğilimin de İslam’a taşıyıcıları, muhtedilerdir. İsrailiyat rivayetleri nasıl Kabu’l Ahbar, Übeyyi İbn-i Ka’b veya Vehb İbn-i Münebbih vasıta-sıyla İslam’a yol bulmuşsa, aynı şekilde İslam’a yabancı olan hubbu ilahi, aşk-ı ilahi, vecd ve dünyadan aşırı nefret yine muhtediler sayesinde tasavvufa sakulmuş, daha doğrusu bu telakkilerle tasavvuf vücuda getirilmiştir. Dolayısıyla Farukî gibiler tasavvufu yabancı veya dehil (sokma) unsurların bileşkesi olarak görmektedirler. Elbette ihtida ederken insan geçmişlerinden de bazı parçaları, hususları beraberinde getirebilirler. İslam, hakim ve ölçü oldukça, bunlarda ne mahzur olabilir? İslam’a ve ruhuna (sünnet-i seniyye) aykırı olmadıkça bu getirilen adetlerde bir beis yoktur. İslam’ın genişliği, cami toplayıcı ve toparlayıcı olma özelliği, son din olmasından ileri gelmektedir. Son din olmasının keyfiyet ve mahiyeti; öncekilere havi ve kuşatmış olmasındandır. Peki İslam’ın yaşanmasında veya anlaşılmasında kendisinden önceki unsurlara ihtiyaç var mıdır? İslam mü’minlere kâfidir.


Ancak mukayese ve teyid bâbından ve ihtilaflı konularda İslam’ın rüçhaniyetini isbat açısından mezid ve fazladan bilgi neden zararlı olsun? Kendiliğinden gelen ithal unsurları, kasıtlı bir ameliye olarak görmek, bugünkü anlamda komplocu bir yakla-şımdır.
Binaenaleyh bu husus zaman zaman manipülasyonlara ve yönlendirmelere açık oluyor; İslam’ın deruni ve mânevi anlayışını baltalamaya malzeme yapılıyor!
--------------------------------------------------------------------------------

HAÇLILARIN HEDEFİNDEKİ ŞAHSİYET: İMAM-I GAZÂLÎ

Geçmişteki Haçlı seferlerinden bugünkü ayıran en önemli husus: Müslüman zihinleri iğdiş edip, ele geçirme operasyonudur. Ve biz Müslümanların dikkat etmesi gereken nokta da budur. Düşmanla savaşırken ölürsek şehid, yaralanırsak gazi oluruz. Esir düşsek, düşman zindanlarında geçen hergünün ecir kazandırdığını bilir ve başımız dik şekilde düşmana tavrımız koyarız. Ya zihinlerimiz işgal edilirse?..

Zihinleri işgal etme operasyonu tüm hızıyla sürüyor. 11 Eylül “uçaklama” eylemiyle özgüvenini kazanan Müslümanları tekrar sünepeleştirmek için, alttan alta “11 Eylül’deki eylemi Müslümanlar yapmadı” yalanını pompalıyorlar. Medya yoluyla bu yapılırken, bir taraftan da Müslümanlara ait okullarda okutulacak ders müfredatları hazırlanıyor. Geçen yazımızda belirtmiştik, sadece Pakistan’da 20 bin medrese Haçlılar tarafından kuruldu. Pakistan’daki medreselerden başka, Orta Asya’da, merkezi Tacikistan’da olmak üzere Kazakistan ve Kırgızistan’da da kampüsleri olan bir üniversite kuruldu. 200 milyon dolar sermayeyle kurulan üniversitenin finansmanları arasında, İngiltere, Kanada, Almanya, Japonya, İsviçre ve Amerikalı şirketler bulunuyor. Üniversitenin amacı da şöyle açıklanıyor: “Orta Asya’da geleceğin liderlerini yetiştirmek!” Müslümancası: “Orta Asya’da Haçlı kuklası yetiştirmek!” Bir diğer üniversite açma faaliyeti de Suudi Arabistan’da. Amerikalı uçak üreticisi Boeing’in yapımını üstlendiği üniversite, 2003 yılında faaliyete geçecek. Dar Alfaisal Üniversitesi, Arabistan’da ilk özel üniversite olacak...

Haçlılar sadece medrese, üniversite kurmuyorlar. Başka bir faaliyet alanları da yapay cemaatler oluşturmak! Aralarında Fethullah Gülen’in de bulunduğu “Uyum için Amerikalı Müslümanlar Cemaati”, tam mânâsıyla ABD mamûlü! "Cemaat"in faaliyetleri bize hiç de yabancı gelmiyor: ‘Hoşgörü’ ve ‘Diyalog’ toplantıları düzenlemek, medyaya reklam vererek “İslâm’da şiddet yoktur!” propagandası yapmak, vs...

Haçlılar, Müslümanların zihinlerini ele geçirme operasyonunda kendilerine tehlike olarak gördükleri şahsiyet: Hüccet’ül İslâm Muhammed el-Gazâlî!

Ve O ulu insana karşı ortaya sürdükleri isim: İbn-i Rüşd!

Bir tarafta, "Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayal!" diyen İmam-ı Gazâlî.

Diğer tarafta ise, her şeyi aklın idrak ölçüsüne hapseden İbn-i Rüşd.

Yaşadığı çağdan bugüne, kâfirin, münafığın, ehl-i bid’attın hedefi olan İmam-ı Gazâlî; 11 Eylül’den sonra ABD düzenlenen, Müslümanların zihinlerini işgal etme metotlarının belirlendiği toplantılarda da başgündemdi!.. İmam-ı Gazâlî’nin Müslümanlar üzerindeki sirayetini nasıl ortadan kaldıracaklarını tartışıp durdular! Hatta ülkemizdeki kuklalarına da İmam-ı Gazâlî karalayan yazılar yazdırdılar. Niçin İmam-ı Gazâlî’ye cebhe alındı ve niçin İbn-i Rüşd öne sürüldü?

Tabiî ki cevablar, onların düşüncelerinde. Buyrun, ilk önce Haçlıların gözbebeği olan İbn-i Rüşd’ün fikirlerine bakalım:

«... Aristo’nun görüşlerini inceden inceye tetkik edip, şerhler yazdı. Aristo ile Eflâtun’un felsefî görüşlerini uzlaştırmaya çalıştı. Yunan filozoflarının yanıldıklarını söyleyen İmam-ı Gazâlî Hazretlerine karşı bu filozofları müdafaa etti.

İmam-ı Gazâlî’nin, felsefecilerin tutarsızlığını, sapıklığa ve küfre sebeb olan fikirlerini çürüten Tehafüt-ül-Felasife adlı eserine Tehafüt-üt-Tehafüt adlı reddiye yazdı...

Din bilgilerini kendi akıl ve görüşüne göre izah etmeye kalkıştı. Ad kavminin helâk olmasına dair bilgilerin hayal mahsûlü olduğunu söyledi. Dinî konularda vahy ve nakil esasını bırakarak akla sarılmıştır. Pervasız sözlerinden ve görüşlerinden dolayı Hristiyanlar tarafından zamanın Voltaire’i kabul edilmiştir...» (1)

Şimdi de İmam-ı Gazâlî:

« "İslâm’ın hücceti” diye anılan büyük tefekkür adamı... İlmî, fikrî bütün kafa ve idrak işlerini bir tarafa bırakıp gerçek marifet istikametine yöneleceği zaman şöyle dedi:

"Gördüm ki, herşey Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığınmaktan ibaret ve gerisi sadece yalan ve dolan, vehim ve hayâl!... Akılsa bir hiç... Sadece hudut...»

Ve cihanın bir eşini görmediği bu mutantan kafa, bütün istifhamlarını söndürüp, Peygamberler Peygamberinin ruh feyzine sığındı, hudutsuzu buldu... Ve veliler halkasından bir pırıltı oldu.» (2)

« "Akıl taslayan hezeyan” faslı içinde, Peygamberliği çalışmakla elde edilir “sanatlardan bir sanat” olarak göreninden tutun da filozofları Peygamberlerden üstün görenine, Allah Resûlü’ne tâbî olmayı reddedip de vahyi kabul edeninden, vahyi de kabul etmediği hâlde “müslüman” olanına kadar türlü çeşitli dalâlet ehli; dini içten yıkan kâfir soyu... Bu cümleden olarak iki isim: Farabî ve İbn-i Sinâ... İmâm-ı Gazâlî, umumî bir hülâsa içinde bunlar ve bunlar gibilerin peşinden giderek sapıtanları anlatıyor:

"Ben felsefe okudum ve nübüvvetin hakikatini anladım. Bunun neticesi hikmet ve maslahata dayanıyor. İbadetlerden maksat, halkın cahil kısmını zabetmek, onları birbirlerini öldürmekten, çekişmekten ve nefsanî arzulara dalmaktan alıkoymaktır. Ben, cahil halktan birisi değilim ki, Şer’i hükümlerin altına gireyim. Ben mütefekkirim, hikmete uyarım ve hakikati bununla görürüm; bu hususta taklide ihtiyacım yoktur”... Bu, onların felsefesini okuyanın varacağı son netice ve inançtır. Bunları, İbn-i Sinâ ve Farabî’nin kitablarından öğrenmişlerdir. Sözkonusu kişiler, İslâm’ı kendileri için süs vasıtası yapanlardır. Çoğu zaman onlardan birini Kur’ân okur, cemaatlere iştirak edip namaz kılar ve dolayısıyla Şeriat’ı tebcil eder görürsün; fakat buna rağmen o, şarab içmeyi meşru görür ve kötülüklerin her türlüsünü yapmağa da devam ederler. Eğer ona, “Nübüvvet eğer sahih değilse, niçin namaz kılıyorsun?” dense, çoğu zaman, “bedenin idmanı, şehir halkının âdeti, malın ve çoluk çocuğun muhafazasıdır” der. Bazen de, “Şeriat doğrudur, Nübüvvet haktır” diye cevab verir. Bunun üzerine kendisine, “niye şarab içiyorsun?” denilirse, “şarab, düşmanlık ve kin doğurduğu için yasak edilmiştir; oysa ben hikmetim sayesinde bundan sakınırım ve bunun maksadı sadece zihni açmaktır” der; “İbn-i Sinâ bile yazdığı bir ahitnâmede, Allah’a şu ve bu akîdlerde bulunduğunu, Şer’i davranışları tazim edeceğini, şarabı zevk için değil, fakat tedavi maksadıyla ve şifâ olsun diye içeceğini yazmıştı” diye örnek gösterir... İbn-i Sinâ, şifâ maksadıyla şarabı içmeği istisna etmeğe kadar varmıştı. İşte bu, onların, imânı olduğunu iddia ettikleri adamın imânıdır ki, kendileriyle birlikte bir kısım insanlar da aldanmışlardır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, hendese, mantık ve benzeri zarurî ilimleri inkâr eden kimselerin itirazlarının zayıf oluşu da, onların aldanışların arttırmıştır.» (3)

Yaptığımız alıntılardan anlaşılacağı üzere, İmam-ı Gazâlî’ye karşı “aklı ilâhlaştıran” İbn-i Rüşd’ü önümüze süren Haçlılar şunu demek istiyorlar: “Akıllı olun, akıllı!.. Bizim bunca silâhımız var... Gelişmiş teknolojimiz var... Sizin neyiniz var? Nerde gelişmiş silâhlarınız? Nerde teknolojiniz? Bizi neyle yeneceksiniz? Aklınızı kullanın! Bizim istediğimiz şekilde dininizi yaşarsanız, hayatınızı garantiye alırız! Akıllı olun, akıllı!.. Neyinize güveniyorsunuz?..”

Müslümanlar olarak haykırmamızın zamanıdır:

"Allahımıza güveniyoruz!.. Allahımıza!..”

Dipnotlar:

*Beni, İslâm düşüncesi ve felsefe üzerine yeterince bilgi sahibi olmama rağmen bu konuda yazı yazmaya iten sebeb (daha doğrusu, tahrik eden): Hürriyet Gazetesi’nde yazan Hadi Uluengin adlı soytarının, “.. Gazali yobazlığının karanlığına karşı İbn-i Rüşd aydınlığını tercih ederim...” meâlindeki cümleleridir. (11 Eylül 2002 ve daha önceki yazıları.) Umutediyorum ki, bu yazı da, İslâm düşüncesi ve felsefe konularında ihtisas sahibi gönüldaşları “tahrik” eder de bu konudaki kapsamlı yazılarını okuruz!..

1- Bilime Yön Veren İslâm Alimleri, Shf: 70-71

2- Büyük Muztaribler –Düşünce Tarihine Bakış-, Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA Yy., Shf: 155

3- a.g.e., Shf: 159-160-161

(...)(Allah'a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb'e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah'ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. ALLAH'IN İNDİRDİĞİ İLE HÜKMETMEYENLER KAFİRLERİN TA KENDİLERİDİR.. Maide suresi 44. ayet

----------------------------------------------------------------------------------

   
İmam-ı Gazali’ye neden düşmanlar?  

Bu sorunun cevabına geçmeden önce, Gazali düşmanlarının bir tahlilini yapmak lazım. Dikkat edilirse bunlar, İslamiyeti kendi kafalarına göre yorumlamak isteyen; kısa akıllarına göre dine ilaveler çıkarmalar yaparak ismi “İslam” olan fakatgençek islamla ilgisi olmayan yeni bir din kurmak isteyenlerdir.

 Veya alt yapısı müsait olmadığı, dine ait temel bilgilerden yoksun oldukları için bu tür art niyetli kimselerin oyununa gelen kimselerdir.

İşte, imam-ı Gazali hazretleri bu inançsızlık yolunu kapadığı için ona düşman oldular. İmam-ı Gazali bu tehlikeli yolu öyle sağlam engellerle kapatmış ki on asırdır bu yolu açamak için zorluyorlar. İtiraf edelim ki otoban olarak olmasa da stabilize yol olarak geçiş yapabilecek hale getirdiler. Nihai hedefleri otoban haline getirmek. 

İmam-ı Gazali hazretlerinin savunduğu doğrular neydi, bunun karşısında olan felsefecilerin yanlışları neydi, şimdi de biraz bunun üzernide duralım: 

İmam-ı Gazali hazretleri bir ehli sünnet âlimi idi. İlimde tek ölçüsü vahye dayalı nakil bilgileri idi.Yani Cenab-ı Hakkın, Muhammed aleyhisselam ile bildirdiği bilgilerdi. Gazaliye göre daha doğrusu dinimize göre, bu bilgiler herşeyin üzerinde idi. Başta akıl olmak üzere diğer bilgi kaynakları buna uygun ise bir değer ifade ederdi; uygun değil ise hiçbir kıymeti yoktu. 

İmam-ı Gazali hazretlerine karşı olan felsefeciler ise aklı esas almışlardı. Başta Kur’an-ı kerim ve Rusulullahın bildirdikleri olmak üzere herşeyi akıl süzgecinden geçiriliyor, akla uygun değil ise kabul görmüyordu. Bunlarla ilgili bir-iki örnek verecek olursak:  

Mesela, Müslümanlara, (yahudilere ve nasârâya ve mecûsîlere) göre, varlıkların maddeleri de, sıfatları da hâdistir. Yani bunlar yok iken sonradan yaratıldı. Sonunda yine yok edileceklerdir. Ezeli ebedi değildirler. Ebedi ve ezeli olan sadece Cenab-ı Haktır.

Aristoya ve onun yolunda olan Fârâbî, İbni Sînâ felsefeciler bunu akıl ile anlayamadıkları için , cisimlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir. Yâni ezelîdir, hep vardır dediler. Bu sözün yanlış olduğunu, bugün modern kimya bilgisi kesin olarak bildirmektedir. Böyle bir inanç küfürdür. 

Aklı yaratan Allahü teâlâdır. Yaratanı bırakıp aklı esas almak, aklı ilahlaştırmak en büyük akılsızlıktır. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Fakat, gerek zamanla tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse bir başka insanın aklının bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sâhib olması sebebiyle kurdukları felsefik sistemler şu veya bu oranda ve bâzan tamâmen değişmiştir. 

Böylece ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları birbirini devamlı reddetmişlerdir. Felsefecilerin tek bildiği, hakikati, tekte değil, çokta; nihâyet hakta değil, bâtılda aramanın sanatıdır.Ancak bunlar akılları ile her şeyi çözmeye çalıştıkları için bir sonraki filozof, bir öncekini kötüleyerek yükselmektedir.

Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. 

Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır. 

Yunan, Hind, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, İbni Bâce gibi filozoflar zuhûr ederek, bazı bilgilerde Kur'an-ı kerimin hak yolundan ayrılmışlardır. Örneğin, İbni Sina, Muad kitabında Kıyamette dirilmeği inkar etmektedir. İbn-i Tufeyl ise öldükten sonra dirilmeye inanmamakla birlikte ilk insanın Âdem aleyhisselâm ile hazret-i Havvâ’dan çoğaldığını kabul etmemektedir. 

Bu ve buna benzer inançlarından dolayı, felsefecilerin bütün fikirlerini incelemiş olan  İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi İslam büyükleri bunların imanlarını kaybettiklerini küfre düştüklerini bildirmişlerdir.

 


Düzenleyen sibel - 19 Mayıs 2010 Saat 00:08
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,063 Saniyede Yüklendi.