|
Marifetullah Hususunda Hatalı Anlayışların Sebebi |
Yanıt Yaz |
Yazar | ||||||||||||||||
NaCl
Hizmetkar K.Tarihi: 28 Nisan 2010 Durumu: Aktif Değil Gönderilenler: 44
|
Mesaj Seçenekleri
Alıntı Cevapla
Konu: Marifetullah Hususunda Hatalı Anlayışların Sebebi Gönderim Zamanı: 19 Mayıs 2010 Saat 10:00 |
|||||||||||||||
Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların
Hatalı Anlayışlarının Sebebi Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve
en görüneni Allah Teâlâ'dır. Öyleyse Allah'ın marifeti marifetlerin ilki,
zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam
bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek
gerekir. Allah Teâlâ'nın, mevcudâtın en açığı
ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik.
Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri
olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o
insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan
diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat,
hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da
bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin
değişikliği ile diğer sıfatlar gibi... Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat
sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim
nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler.
Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve
hareketiyle biliriz. Bu bakımdan eğer biz âlemde O'ndan
başkalarına bakarsak onlarla O'nun sıfatını bile-meyiz. Öyle ise, bilinmesi
için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa Allah'ın varlığı,
kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey
delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki,
ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün
bunlar delâlet eder. Hatta Allah Teâlâ'nın varlığına ilk
delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz,
değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır.
Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile
hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk
edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili
vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına
şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden,
harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf
ve hikmetine delâlet ederler. İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba
sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka
şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum
budur, Allah Teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında
düşünülen ne varsa hepsi O'nun varlığına şahitlik eder, O'nun azamet ve
celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin
zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır.
Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimi-zin birbirine uygun bir şekilde
oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki
parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam
içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini
biliyorsak... Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve
gaib her ne varsa, hepsi O'nun büyüklüğüne şahitlik eder, O'nu tanıtır. Böylece
akıllar dehşete kapıldığından O'nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı
anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde
ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci
sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz
görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan
ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları
onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin
kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp
belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez. İşte bunun gibi, akıllarımız da
zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece
kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre
bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu.
Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen Allah ortaktan münezzehtir.
Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen Allah ortaktan
münezzehtir. Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi
nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine
zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer
eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir
mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş
zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz
biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda
bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden
başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir.
Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık
görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş
battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk Bu bakımdan biz ışığın varlığını
yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten
sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri
birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir.
Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en
açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir.
Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin
açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse Allah Teâlâ eşyanın en
zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir. Eğer O'na yokluk, gaybûbet ve
değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal
olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın
bir kısmı O'nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin
delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti
eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O'nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi
muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe
yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup
kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda Allah'tan başkasını
görmez ve O'ndan başkasını bilmez. Varlıkta Allah'tan başkasının olmadığını
bilir. Fiilleri ise Allah'ın kudret
eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller Allah'a tâbidir. Allah olmasa,
hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir'in varlığıdır.
Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O'nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin
hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür. Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların
ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir'in
sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, Allah'ı geçip de
başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu
kitaba bakan bir kimse gibi... Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun
eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri
sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu
bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz! Bütün âlem Allah'ın tasnifidir. Bu
bakımdan Allah'ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin
Allah'ın fiili olduğunu bilen bir kimse, Allah'ın fiilidir diye âlemi seven bir
kimse, Allah'tan başkasına bakmış, Allah'tan başkasını tanımış ve Allah'tan
başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse Allah'tan başkasını görmeyen
hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, Allah'ın kulu
olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi't-tevhîd, fenâ an nefsihi
(Tevhidde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! 'Biz bizimle idik! Sonra
biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık' diyenin sözünde bu mânâya işaret
vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir.
Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir. Bunları bilenlerin de izah ve
beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu
oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına
fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir
vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların Allah'ın bilgisinden aciz kalmasının
sebebi budur. Bir de bu sebebi (Allah'ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk
edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda
akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir
haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin
onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür. İnsanoğlu ansızın garip bir hayvanı
veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde
tabii olarak onun dili konuşup Fesübhânallah der. Oysa aynı insan bütün gün
kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da
kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığındanbunların
şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra
gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar,
bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir
kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı
büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer
se-bepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma
yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu
bakımdan insanlar, Allah'ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği
halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir. (Bu,
halkın 'Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor' demesine benzer.) Açık şeyler istenildikleri zaman
çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: 'Şüphesiz
ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin!
Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen
nasıl tanınacaktır?' İhyau Ulumid-Din / 4.Cilt / 6. Muhabbet / 10. Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi / Bedir Yayınevi - Ahmet Serdaroğlu |
||||||||||||||||
Yanıt Yaz |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |
|