|
Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları |
Yanıt Yaz |
Yazar | ||||||||||||||||
zczamaneyolcusu
Kalfa K.Tarihi: 29 Nisan 2010 Durumu: Aktif Değil Gönderilenler: 706
|
Mesaj Seçenekleri
Yanıt Yaz
Alıntı zczamaneyolcusu
Bu mesaj kurallara aykırıysa buradan yöneticileri bilgilendirebilirsiniz.
Gönderim Zamanı: 04 Şubat 2011 Saat 20:47 |
|||||||||||||||
Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları (İhya kitabından alıntı)Sabır Şehvet Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va'detmiştir. Bu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündür. Bu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir. Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtır. Nasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktir. İlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidir. Bunu teker teker saymak, oldukça uzun sürer. Fakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz. Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olur. Oysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyar. Daha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştik. Boğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olur. Bu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir. Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur: İkincisi Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur. Üçüncüsü Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İşte bunlar üç sebeptir. Yemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsin. İkinci tedavi, köpek-ten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesin. Üçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer. Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur: Sabrın dünya ve ahiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebe-biyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardır. Çektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektir. Bu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendir. Mârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflar. İman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirir. İman zayıflayınca dinî duygular da zayıflar. İmanın kuvvetine yakîn denir. İşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndir. İnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti'dir. 2. O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektir. Bu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olur. Bunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdır. Bu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzer. Firavun, sihirbazlarını Hz. Musa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir: Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzer. Bu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflar. Şehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmaz. Kim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalar. İşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildir. Ancak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektir. Bunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudur. Şöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuştur. Muhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerler. Bu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur. Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirler. O bir olan hedef de Allah Teâlâ'dır. Sonra bu, kalbe ga-lip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildir. Gökler ve yerin melekûtunda, Allah'ın sanatının acaibliklerinde ve Allah'ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildir. Bu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur'an okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarır. Bütün bunlarla beraber,.kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtır. Çünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar. Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamaz. Bu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyar. Bu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdur. İşte bu, meşgul edici şeylerden biridir. İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdir. O da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul eder. Eğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir. Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olur. Fakat ancak bütün alâ-kaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalır. Eğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum bu-dur. Bu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, Allah'ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!) Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olur. Bazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olur. Çalışmanın ötesinde Rahman'ın cezbelerine güvenmek gerekir. Çünkü Rahman'ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktir. Bu ise, kulun ihtiyarıyla değildir. Evet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn'e doğru çekilen bir kimse a'lâyı illiyyîn'e doğru gidemez. Himmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilir. Bu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hz. Peygamber'in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır: 'Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardır. O nefhaları kapmaya hazırlanınız'. Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidir. Semavî işler bizim için gaybtır. Allah'ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektir. Tıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi... Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verir. Kul Allah'ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemez. Ancak şu var ki kişi, Allah'ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez. Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman Allah'ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olur. Öyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidir. Nitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi... Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekir. Çünkü himmetler ve nefisler Allah'ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridir. Hatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlar. Bu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederler. Hatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlar. Ancak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsin. Bu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuştur. Öyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsın. Bunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğar. Tıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi... Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için Allah Teâlâ imanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur: Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir).(îbrahim/52) Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?(Kamer/17) İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudur. Bütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur): Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Dünyadan ahirete gitmek, mü'min için kolaydır. Allah Teâlâ'nın 'sevgisi için halkı terketmek zordur. Nefisten Allah'a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidir. Allah ile beraber sabretmek daha şiddetlidir'. Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştir. Nefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam top-lamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidir. Nasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, Allah'ın sıfatlarından olan bir sıfattır. O da rubûbiyet sıfatıdır. Rubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenir. Çünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardır. Allah Teâlâ'nın şu ayeti bundan ibarettir: Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildir. Ancak kalp, mel'un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştır. Kalp ahiret saade-tini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli ister. Bunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandır. Bunu istediği için kalp kötü değildir. Aksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de ister. Fakat mülk iki çeşittir. Birinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktür. Ona herhangi bir elem karışmaz. Hiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmez. Fakat bu mülk gelecektedir. Oysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatır. Hazır olanı insana süslü gösterir. Ahmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup ahireti de ona va'deder. Dünya mülküyle beraber ahiret mülkünü de ona sözverir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılar. Allah'tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur. Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olur. Oysa Allah'ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilir. Böylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirir. Allah Teâlâ, mahrum olanların du-rumunu şu ayetle tasvir etmiştir. Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, Allah Teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirir. Böylece peygamberler, halkı, mecazî ve geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederler. O mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmez. Bu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar: Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebur, Furkan (Kur'an), İbrahim'e gönderilen sahifeler ve Allah'tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştir. Halktan istenen şey, dünyada ve ahirette, padişah olmalarıdır. Dünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir. Ahiret padişahlığına gelince, Allah'a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir. Şeytan, ahiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira ahiret mülküyle dünya, kumadır. Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilir. Onun için onu dünyaya davet eder. Eğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdi. Fakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildir. Rütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer. Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz. Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırır. Zühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim Buna karşılık zâhid 'Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!' der. Padişah 'Nasıl olur?' deyince, zâhid 'Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir' diye cevap verir. Padişah 'Bu nasıl olur?' der. Zâhid 'Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!' İşte dünyanın mülkü budur. Ahirette insanı mülke sevkeden budur. Bu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de ahirette zarar eder. Dosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem ahireti elde etmişlerdir. Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü ahirette de padişah olmayı umarsın. Kim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildir. Aksine buna amel katması gerekir. Bunun ameli üç şeydedir: 1. Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordur. Nasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rüt-benin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdır. Bunu yapma-yan bir kimse, Allah'ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur! Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya! (Nisâ/97) 2.İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdır. Bu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidir. Böylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidir. Onları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinler. Öyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını 3. Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidir. Öyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemez. Çünkü tabiat ürkektir. Onu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilir. Bu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş Muhakkak bu din metin ve şedîddir. Bu bakımdan bu dinde sâkin hareket et. Sakın nefsini, Allah'ın ibâdetinden nefret ettirme. Muhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır.37 Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayın. Muhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder.38 Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sab-retmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanun-larına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasın. Çünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürer. Kim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelir. Tıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği Âdetlerde bunun benzeri vardır. Çünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilir. Oynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledir. Bu duruma geldikten sonra iş tam aksine olur. Bu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelir. Oyun hususunda sabır göstermek zahmet olur. Ariflerin birinden rivayet edilen şu hikâye bu du-ruma işaret eder: Şiblî'den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu so-ruldu. Cevap olarak 'Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek husu-sundaki sabır' dedi. Soran kişi 'Hayır! O değildir!' deyince, Şiblî 'Allah için sabırdır!' Soran 'Hayır!' dedi. Şiblî 'Allah ile sabır!' diye cevap verdi. Soran 'Hayır!' dedi. Şiblî 'O halde hangisi?' deyince, soran 'Allah'tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır' dedi. Bunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı. 'Ey iman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki felâh bulasınız' (Âlu İmran/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: 'Allah'da sabrediniz! Allah ile sabır yarışı yapın ve Allah ile irtibat kurun' Denildi ki: Allah için yapılan sabır meşakkat ve külfettir. Allah'ın yardımıyla olan sabır bekadır. Allah ile olan sabır vefadır. Allah'tan uzak olmaya dair olan sabır cefadır. Nitekim bu mânâda şair şöyle demiştir: 35) Daha önce geçmişti. |
||||||||||||||||
Yanıt Yaz |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |
|