Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali'nin Fikirleri > Gazali'nin Fikirleri
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Gazzali'nin Feyz Anlayışı

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
sibel Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 28 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 189
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı sibel Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Gazzali'nin Feyz Anlayışı
    Gönderim Zamanı: 13 Mayıs 2010 Saat 00:08

Gazzali'de feyz, daha çok psikolojik bir karakter arz eder. "Feyz" kelimesini kullandığı yerlerde, Plotinus’taki gibi kozmolojik değil, bir nevi tasavvufi marifet, sezgi, keşf, mükâşefe ve benzeri terimlerin hakkında kullanıldığı manayı ifade eder. Dolayısıyla feyezan etme, Allah'tan madde yönünden değil, bilgi veya marifet yönündendir, denebilir. Bu bakımdan "Gazzali'deki feyz"i bu bakış açısından inceleyeceğiz.

Gazzali'nin düşüncesinde ve bu düşüncesinin çeşitli safhalarında septiklerin, mistiklerin, Yeni-Eflatuncuların, İşrâkilerin ve sofistlerin izlerini bulmak mümkündür. Onun, Vahdet-i Vücudu hatırlatan fikirlerine bilhassa "Mişkâtü'l-Envâr'ında rastlanır.

Bazı müsteşriklere göre Gazzali'nin Mişkât'ındaki evren anlayışı, Panteizm ile nitelenebilir. Fakat o, araya bir fark koymuştur. Meselâ her şey, Panteizme göre Allah ise; Gazzali'ye göre Allah, her şeydir. Panteizme göre Allah, ancak evren ile vardır. Gazzali'ye göre ise evren asla yoktur. Allah, yegane varlıktır. Gazzali, hakikaten Yeni-Eflatunculuktan mülhem bir vahdet-i vücutçu mudur?, sorusunu, Mişkât'ından bir pasajla cevaplandırmak daha doğru olur:

Binefsihi mevcûd da ikiye ayrılır :

l. Varlığı kendi zatından olan,

2. Varlığı başkasından olan.

Varlığı başkasından olanın mevcudiyeti, ariyettir, emanettir, bizâtihi var değildir. Bilakis bu varlığın zatı, zatı yönünden itibar edilmesi bakımından sırf bir yokluktur. Onun mevcûdiyeti ancak gayrine nispetledir. Başkasına nispetle varoluş ise hakiki bir varlık değildir. Şu halde gerçek mevcut, yalnız ve yalnız şânı yüce olan Allah'tır. Tıpkı gerçek nurun da şânı yüce olan Allah'ın olması gibi.(Gazzali, Mişkâtü'1-Envâr, (Tahkikli neşr. Ebu'1-A' lâ el-Afifi), Kahire, 1964, 55)

Gazzali, psikolojisi ve ilâhiyatında Farabi'den etkilenmiştir, demek de mümkündür.(Cavit Sunar, Yunan ve İslam’da Ahlak Görüşleri, Ankara, 1980, l9) Gazzali’nin feyz anlayışında, bilgi elde etme yollarından "keşf"in büyük önemi vardır.

Bilgi elde etme metodu ve bilgiden yararlanma bazan fıtrattan doğarak kalbe ilâhi bir lütuf kanalıyla gelir. Bazan da ki (bu en sık görülenidir) gayret ve çalışma kanalıyla olur. Peygamberlere bilgi, birinci yoldan gelir. (M. Watt, “Gazzali ile İlgili Bazı İncelemeler” (Terc. Mehmet Aydın), İslam İlimleri Ens. Dergisi, 5/l34.)

İhya'nın birkaç yerinde geçen 'zevk' kavramı vasıtasız ve gerçek bir tecrübe anlamına gelir ve sadece tasavvufî tecrübeye inhisar etmemektedir. Bu zevk kanalıyla Allah'ın mahiyeti bilinemez, demiştir. Akıl, Rabb’in mülkünden hiç bir şeyi kavrayamaz. Burada olup bitenler, ancak akıldan daha üstün ve ondan daha şerefli bir ışık tarafından bilinebilir. Bu ışık nübüvvet ve ilâhi dostluk dünyasında doğar. Onun akla nispetle durumu, aklın hayal gücüne olan durumu gibidir.( M. Watt, a. g. e., 134-l35.)

Gazzali, Munkiz'de içine düştüğü şüphe ve kuruntulardan nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır:

"Bu hal böylece iki aya yakın devam etti. Bu müddet içinde mânen ve hâlen safsata yolunda bulundum ise de lafzan bunu açıklamıyordum. Nihayet Cenab-ı Hak, beni bu hastalıktan kurtardı. Nefsim sıhhat ve itidal haline avdet etti. Akli zaruretler, emniyet ve yakin üzere makbûl ve itimada şayan olarak döndü. Bu seziş ve bu safsatadan kurtuluş, bir delil veya bir istidlal tertibi ile değil, ancak Allah'ın kalbime ilkâ ettiği bir nur ile olmuştur. Bu nur, bir çok bilgi kapılarının anahtarıdır. Her kim bir şeyin hakikatini keşf ve anlamının sırf delillere mütevakkıf olduğunu zannederse, muhakkak ki Allah'ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olur. Ayet-i Kerime’de “Allahu kimin hidayetini murad ederse İslam için kalbini şerh eder” (En’am 6/125) buyurulmuştur. Bu ayette geçen şerh kelimesinden muradın ne olduğu Hz.Peygamberden sorulunca, “O,Allahu Teala’nın kalbe ilka ettiği bir nurdur, buyurdular. Bunun alameti nedir diye soruldu? “dar-ı gurur, denilen dünya yurdundan uzaklaşmak ve ebedi yurt olan ahirete yönelmektir” (Bu hadisleri Kütübü Sitte’de bulamamamıza rağmen; bunların Gazzali’nin kendi fikrini oluşturmaları ve onun nakletmesi sebebiyle, burada biz de aynen alıyoruz.) cevabını verdiler.” (Gazzali, el-Munkizu mine’d-Dalal, İstanbul, 1981, 7; Gazzali, el-Munkiz, çev.komisyon, İstanbul, 1963, 20-21.)

Hz.Peygamber diğer bir hadisi şeriflerinde, “Allahu Teala mahlukatı karanlık içinde yarattı. Sonra onların üzerine kendi nurundan serpti.” (Bkz. 2.dipnot.) buyurmuşlardır. (Gazzali, age, 7)

“İşte yukarıda bahsedilen nur, bu nurdur. Hakikatlerin keşfini bu nurdan beklemek gerekmektedir. Bu nur zaman zaman Allah’ın fazl-ı kereminden taşar, feyezan eder. Bunu dikkatle takib etmelidir. Nitekim, Rasulullah, bir hadis-i şeriflerinde, “Rabbinizin senenin bazı günlerinde ilhamkar lütufları vardır, dikkatli ve uyanık bulunarak onu karşılayın.” buyurmuşlardır.” (Gazzali, age, 7)

Gazzali, bilgide herhangi bir şüphenin vücuduna mahal vermeyecek ve insanı hatadan tamamiyle emin bulunduracak bir vuzuh ve sarahat arıyordu. Ona göre bilgi, öyle bir yakin tevlid etmeli idi ki, mesela; asayı ejderhaya çeviren kimse, buna şüphe ile bakmasın. Gazzali, on adedinin üçten büyük olduğunu bildiğim için, asayı ejderhaya çeviren bu kimsenin hareketi, nasıl beni sadece hayrete gark eder de bu, bilgimi değiştiremezse, elde edeceğim bilgi de öylece yakin ifade etsin” diyordu. Gazzali böyle bir bilginin ca’liyat ve akliyat ile elde edilemeyeceğine kani olduktan sonra, hakikate ancak aklın idrakten aciz kaldığı, ilahi alemden parlayan bir nur sayesinde muttali olacağına ve yakin elde edeceğine inandı. Kelam alimlerinin ilim vasıtası saymadıkları ilham ve mükaşefe, Gazzali’nin dayandığı tek kaynak oldu. (Kasım Kufralı, “Gazzali”, İA, 4/755; Hasan Şahin, “Gazzali’nin ilim akıl ve felsefeye bakış tarzı üzerine düşünceler”, Erciyes Ü. İF. Dergisi, Kayseri, 1985, 2/260.)

Gazzali’nin bahsettiği ve normal yollarla elde edilemeyen bu bir çeşit bilgi, ilmi tecrübe ve akıl alanlarını aşarak, çoğu tekrarı mümkün olmayan özel bir tecrübe, bir iç görme ile elde edilen bilgidir. Buna gaybi bilgi de denir. Bunun kontrolu güç olduğundan diğerleri gibi genelleşememektedir. (H.Z.Ülken, Genel Felsefe Dersleri, Ankara, 1972, 50.)

Gazzali’nin el-Munkiz ve el-Mişkat’ta akıl alanı üzerinde zevk alanı olarak vasıflandırdığı bir alanın varlığını kabul ettiği öne sürülmüştür. Bu alan esas itibariyle peygamber ve velilere aittir. Fakat orada sıradan insanların da nasipleri vardır. Gazzali’nin düşünce bütünlüğünün temelini zevk kavramı, bununla ilgili olarak aklın üstünde bir bilme gücünün mevcut olduğu görüşü oluşturur. (M.Watt, “Gazzali ile ilgili Bazı incelemeler”, İİEnstitüsü Dergisi, 5/134.) Bunu Gazzali İhya’sında şöyle anlatır.

“Son haddine kadar tafsili mümkün olmamakla beraber, eğer ahiret ilminin bir nebze tafsilini bilmek istersen, agah ol ki, ahiret yolunu gösteren ilim, mükaşefe ve muamele olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci kısım, Mükaşefe ilmi adını alır ki, buna ilm-i batın da denir. İlimlerin gayesi de budur. Hatta bazı arifler, bu ilimden nasibi olmayanın son nefesinden korkulur, demişlerdir. En az hisse de bu ilm-i batını tereddütsüz kabul edip, ehline havale etmektir. Yine denildi ki, bazan diğer ilimlerle de tahakkuk eden bu ilim, kendisinde dünya sevgisi olup, şehvetinin peşinden gidenlerde bulunamaz. Bu ilmi inkar edenin en küçük cezası, zevkinden mahrum olmaktır.” (Gazzali, İhyau Ulumi’d-Din, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, 1974,  1/57.)

İşte bu mükaşefe ilmi sıddik ve mukarreblerin ilmidir.  Bu ilim kötü huylardan arınılıp temizlenildiği vakitte kalbe tecelli eden bir nurdan ibarettir. Bu sayede birçok şeyleri görür, adlarını duyar, mücmel ve kapalı olarak bunları manalandırmaya çalışır; derken kendisine geniş ufuklar açılır, hatta Allahu Teala’nın, zat, sıfat ve ef’ali hakkında hakiki marifet sahibi olur. Dünya ve ahireti yaratmakta ve dünyayı ahiret üzerine takdimdeki hikmetini anlar. Nübüvvet ve peygamberliğin, vahiy melek ve şeytanın ne demek olduğunu öğrenir. Peygamberlere vahyin vasıl oluş keyfiyetini, şeytanın insana düşmanlık şeklini, meleklerin peygamberlere görünüş keyfiyetini, yer gök hazinelerini ve bunların sahibini anlar” (Gazzali, İhya, 57.)

İhya’da akılla varılan sonuçlar ile sezgi yoluyla varılan sonuçların aynı oldukları, yani sezgi ile ulaşılanların daha yüksek olmadıkları ifade ediliyor. (Watt, “Gazzali”, 134.)

Gazzali’ye göre hakikatler ancak bu nurla kavranır. Bu nur ancak tanrının kereminden fışkırır. Ona ermek ve onu elde etmek için fırsat kollamalıdır. (Cavit Sunar, Anahatlarıyla İslam Tasavvufu Tarihi, Ankara, 1978, 53; Ayrıca kalb konusunda bkz. Gazzali, Kimyayı Saadet çev.A.Faruk Meyan, İstanbul, 1970, 43.)

Gazzali bu sözleri ile İşraki filozoflarından bilhassa Şihabuddin Sühreverdi’ye yakışır. Zaten o, felsefe deyince hep meşşaileri anlamış ve çeşitli eserlerinde onlara hücum etmiştir.

Gazzali’ye göre, Teoloji alanına giren bütün meselelerde bizi gerçeğe götürecek olan şey soyut düşünce ve mantık değil, yaşanmış tecrübeden ibaret olan Kalb Gözüdür. (Cavit Sunar, Anahatlarıyla.., 53.)

Gazzali kalp gözüne çeşitli eserlerinde çeşitli anlamlar vermiş ve onu özellikle kalp gözü veya akıl olarak tavsif etmiştir. Akıl için uzak ve yakın yoktur. Yerde ve göklerde bulunan her şeyi sebepleri ve gerçekleri ile kavrar ve onlara tasarruf eder. Kalp gözü makulleri ve sonsuzu, Allah’ı da kavrar ve kendi özü ile bir olur. Allah’a ait bilgi lezzetleri kalbe aittir. Kalp gözüne bazan nefs, bazan ruh, bazan nur, bazan da akıl denir. Kalp gözü bir nurdur ki onunla görür. Kalbin anahtarları da bir takım nurlardır ki gizlilikleri onlarla açar. En yüksek ve gerçek nur ise Allah’tır. (Cavit Sunar, Anahatlarıyla.., 55; Cavit Sunar, İslam’da Felsefe ve Farabi, Ankara, 1972, 27-30.)

Kalp Gözü, terim olarak ilk akıldır. Gazzali’ye göre bu kalp gözüne sahip olan yalnız ariflerdir, mutasavvıflardır. Yakini bilgiye, Allah’ın Ledün ilmine sahip sevgili kulları da yalnız bunlardır. Yalnız bunlar, Allah’ı olduğu gibi görürler ve onun zatını da tam manasıyla kavrarlar. Allah, bu yakini bilgiyi, bu sevgiyi kullarının kalbine doğrudan doğruya kendi nuru ile verir. Kalbe bağlı olan bu bilgiden hasıl olan zevk de zevklerin en büyüğüdür. Ve bu zevke dayanan mutluluk da en kuvvetli ve en sürekli mutluluktur. (Cavit Sunar, İslamda Felsefe, Ankara, 1972, 2/30.)

Gazzali, kalbin gerçekten gözü olduğunu er-Risaletü’l-Ledünniye’sinde şöyle delillendirir:

“Tasavvufçulardan bir grup der ki; “Kalbin de bir gözü vardır. Tıpkı cesedin de bir gözü olduğu gibi..” İnsan zahiri varlıkları zahir gözüyle görür. Hakikatleri de akıl gözüyle görür. Rasulullah şöyle buyurur: “Hiçbir kul yoktur ki, onun kalbinin mutlaka iki gözü bulunmasın.. Bunlar iki gözdür. Onlarla gayb idrak olunur. Allah bir kuluna hayr murad ettiği zaman onun kalp gözünü açar. Ta ki kişi gözünden gaip olanı kalp gözüyle görebilsin.” (Gazzali, er-Risaletü’l-Ledünniye, çev.Yaman Arıkan, İstanbul, 1972, 87-88.)

Gazzali, ayrıca aynı eserinde ilim tahsil etme yollarını izah ederken de bu konuya temas ediyor;

“İnsanların sahib olabilecekleri ilim iki yoldan hasıl olur. Bunlardan biri, kişinin çalışarak, kendisinin öğrenmesidir. Diğeri de Rabbani öğrenme, yani Allah’ın doğrudan doğruya o kişiye öğretmesidir. Rabbani öğrenme de iki şekilde olur;

1.Hariçten; bu, öğrenme yoluyla tahsildir.

2.Dahilden; bu da tefekkür ile iştiğal etmektir.

Batından tefekkür etmek, zahirde öğrenmek menzilesindedir. Zira öğrenmek, bir şahsın cüzi bir şahıstan istifade etmesi demektir. Tefekkür ise, nefsin külli nefsten istifade etmesidir. Külli nefs, tesir ve öğrenme bakımından bütün alimler ile akıl sahiplerinden daha şiddetli ve daha kavidir.” (Gazzali, er-Risaletü’l-Ledünniye, 104.)

Bundan sonra Gazzali, ilmin husulü yollarının ikincisi, yani Rabbani yolun dahili olanını da ikiye ayırarak şöyle anlatıyor:

1-Vahiy yoluyla. Bunu izah edelim; nefsin zati kemale erdiği zaman ondan tabii kirler, hırs ve emel pislikleri zail olur. Gözü dünyevi şehevattan, dünyevi ihtiraslar ve iştiyaklardan ayrılır. Fani emellerle bağı kopar. Nihayet bütünüyle yaratanına, Allah’a yönelir. Yaratanının cömertliğine yapışır. Ona dayanır onun nurunun feyzine güvenir. Bu durumda Allah da hüsnü inayetiyle ve külli bir yönelişle bu nefse yönelir. İlahi bir bakışla ona bakar. Aynı zamanda o nefsten bir levh edinir. Külli nefsten de bir kalem edinen Allah, bütün ilimlerini o nefse, yani o kişinin zihnine nakşeder. Burada külli akıl, bir öğretici durumundadır. Külli nefs de bir öğrenici yerindedir. İşte böylece bu nefs için bütün ilimler hasıl olur. (Gazzali, er-Risaletü’l-Ledünniye, 107-108.)

Rasulullah, ilmi en kamil, en şerefli ve en kavi olan idi. Çünkü onun ilmi Rabbani talimden hasıl olmuştu. İnsanlara mahsus metotla öğrenme ve öğretiş ile asla iştigal etmedi. Nitekim şanı yüce Allah buyurur. “Ona, kuvveti müthiş olan öğretti”. (Necm 53/5.)

2-İlham yoluyla. Rabbani yollarla ilmin hasıl oluşunun ikinci şekli ilham yoluyla olur. İlham, külli nefsin insana has cüzi nefsi uyarmasından ibarettir.. İlham vahyin eseridir. Zira vahy, gaybi bir hususun açıklığa kavuşturulması demektir. (Gazzali, er-Risaletü’l-Ledünniye, 110.) İlham da bu gaybi hususun batına arz edilmesidir. Vahyden hasıl olan ilme nebevi ilim denir. İlhamdan hasıl olan ilme de Ledünni ilim denir. Ledünni ilmin husulünde nefs ile Allah arasında bir vasıta yoktur. O, gayb kandilinden gelen bir ışık gibidir. Bu ışık ancak saf, yani ahlak-ı rezileden ve kötü duygulardan temizlenmiş latif ve ilham ziyasını kabul edebilecek kalplere doğar, orada parıldar. Meseleyi biraz daha izah edelim; bütün ilimler, külli nefsin cevherinde mevcut ve malumdur. Akl-ı evvel’e nisbetle, birinci külli nefsin cevheri, maddeden mücerred ilk cevherlerdedir. Tıpkı Havva validemizin Adem’e olan nispeti gibi... Diğer taraftan biliyoruz ki külli akıl, külli nefsten daha şerefli, daha olgun, daha kavi ve Allah’a daha yakındır. Külli nefs de diğer yaratıklardan daha aziz, daha latif ve daha şereflidir. İşte külli aklın bereketlenmesinden, feyezanından vahy doğar. Külli nefsin aydınlatmasından da ilham doğar. Vahy, peygamberlerin zinetidir. Onlara mahsustur. İlham da ermişlerin zinetidir, o da onlara mahsustur. Vahy ilmine gelince nasıl ki külli nefs, şeref, olgunluk, kavilik ve Allah’a yakınlık bakımından külli akıldan daha geride isei, aynı şekilde nebi de peygamberlerden daha geridedir. (Gazzali, er-Risaletü’l-Ledünniye, 111-112.)

Görüldüğü gibi Gazzali burada külli akıl, külli nefs akl-ı evvel gibi Plotinus’ta ve İslam filozoflarında gördüğümüz terimleri kullanıyor. Tabii ki bu, bunları aynı anlamda kullanıyor demek değildir. Burada külli akıldan feyezan etme, vahyi oluşturduğuna göre, bu bir sudur değildir. Ama en azından bu terimleri kullanmasıyla İslam filozoflarının bazı fikirlerine de muhalif olmadığını anlayabiliriz.

Gazzali’ye göre zaman ve mekan sübjektif kavramlardır. Bunlar, alemden önce değildir. Zaman alemle birlikte yaratılmış olup, alemden ayrı bir mekanda mevcut değildir. Dolayısıyla Allah zaman ve mekandan münezzehtir.

Gazzali, alem görüşünde filozoflara çok yaklaşır ve alemi üç tabakaya ayırır:

Akıllar tabakası

Nefisler Tabakası

Cisimler Tabakası

Ona göre cisimler, nefislerden, nefisler de akıllardan etkilenir.

Gazzali’nin bu görüşü, Yunan Felsefesinden gelen ve Meşşailerde gelişen alem görüşüne benzerlik arz etmektedir. Gazzali’ye göre gökler diridir. Filozoflar da göklerin nefisleri olduğunu söylüyorlardı. Mesela İbn Sina “gökyüzü Allah’a itaat eden canlı bir varlıktır” diyordu. Gazzali, bu görüşü reddetmiyor. Fakat o bizim bunları akıl yoluyla bilemeyeceğimizi, ancak ilham ve vahy yoluyla bilebileceğimizi söyleyerek filozoflardan ayrılmaktadır. (İsmet Şimşek, İslam Felsefesi, Ankara, 1968, 75.)

İnsan asıl yaratılışından bilgisiz, alemlerden habersiz olarak yaratılmıştır. İnsanın alemi bilmesi algı yoluyladır. Bütün duyular, alemin türlü olaylarını kavramayı sağlar. Bir duyu için yalnızca bir alem vardır. Öteki duyulara ait olanlar onun için yok, demektir. Daha sonra insanda ayırd etme gücü uyanır. Böylece duyulardan başka şeyleri de kapsar. Ondan sonra kendisinde zeka teşekkül eder. Zekanın üstünde de insanda kalp gözü açılır. (H.Ziya Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul, 1967, 131.)

Plotinus’a göre ise bu kalp gözü, vecd halidir. (Paul Janet, Gabriel Seailles, Metalib ve Mezahib, çev.M.Hamdi Yazır, İstanbul, 1978, 34.) Gazzali vecd halindeyken erişilen ve bununla gölge alemin üzerindeki hakikata ulaşılan akıl üstü bir hadsi kabul eder. Bu tamamiyle tasavvuftur. Aynı zamanda Gazzali, de Lacy O’Leary’ye göre Eflatuncu terimler kullanarak sufiliğe ilmi bir şekil vermiştir. (Paul Janet, Gabriel Seailles, Metalib ve Mezahib, 34.)

Gazzali’ye göre vecd, kısaca sufinin zihnini her türlü dünyevi şeyden tamamen ayırıp, onu bomboş veya tertemiz bir hale getirdiği zaman oranın aydınlanması ve tıpkı peygambere gelen hakikat gibi bir takım hakikatlerin oraya aksetmesidir. (Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1984, 147; Bu konuda bkz. Gazzali, İhya, 2/730.)

Gazzali’ye göre ahlak, hedefi tasavvuf veya birliğe ulaşmak olan bir hazırlıktır. Ruhun Allah ile birleşmesi (işrak), dini en yüce kısmıdır. Bir çok eserinde (İhya, Mişkat, ...) bu hali anlatmaktadır. (H.Ziya Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul, 1967, 123.)

İnsanın Allah’la birleşmesi pasif bir şekildedir. Yani insanın Allah ile birleşmesi, insanın arzusu ile ve insanın Allah’a yükselmesi ile olmamakta, tersine, uluhiyet, insana inmektedir. Bu durum, insana malik olabileceği en yüksek bilgiyi bahşetmektedir. Bu öyle bir bilgidir ki hiç bir bilgi ile kıyaslanamaz. Ancak bu bilgi, akli bir bilgi değildir. Bu bilgi, tamamiyle bir hads, bir sezgi bilgisidir. (Cavit Sunar, Varlık Hakkında Ana Düşünceler,131.)

Gazzali, birçok risalesinde biri dış dünyaya çevrilmiş dış gözü, öteki manevi işlere çevrilmiş iç gözü olarak iki göz, iki türlü akıl taksimine gitmektedir. (H.Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 124.)

İç gözü dış gözü ayırımıyla Gazzali, imanın temeli olarak ilimleri ve felsefeyi kuran akıldan tamamen farklı olarak ikinci bir akıl kabul ediyor. Fakat burada iç gözü veya kalp gözü dediği, bu aklın, psikolojik sınıflamalarda filozofların anlattığı akılla ilgisi yoktur. Gazzali’nin bu kalp gözünü Augustin’in “Allah’a çevrilmiş bakışı”, Pascal’ın Kalp Mantığı ile kıyaslayabiliriz. (H.Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 124.)

Gazzali, tasavvuf ve zühd yolunu tutanlarda açılan kalp gözünden ve bu gözle anlaşılan akıl üstü hakikatlerden söz etmektedir. İhya’nın Acaibu’l-Kalb bölümünde bu konuya girmektedir. (H.Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 127.)

Mezkur eserde ve yerde Gazzali, ilme nisbetle kalbin halini anlatırken kalbin ilmin yeri olduğunu, ilmin kalpte yansıyabilmesi için kalbin cilalanması gerektiğini, bunun için de şehevi arzulardan uzaklaşıp taat ve ibadete teveccüh edilmesi gerektiğini belirttikten sonra şöyle demektedir: “Bunun için Allahu Teala, bizim için mücahede edenleri elbette  bize gelen yola hidayet ederiz, (Ankebut 29/69.) buyurmuştur. Resul-i Ekrem, kim bildiği ile amel ederse Allahu Teala bilmediğini de ona öğretir, (Acluni, Keşfu’l-Hafa, Beyrut, 1352, 2/265.) buyurmuştur. (Gazzali, İhya, 3/31.)

Gazzali, mezkur yerde hakikatlerin kalpte parlayamama sebeplerini zikrederken şöyle der: “Kalbin aranılan hakikat yönünden, istikametten ayrılmış olmasıdır. Zira itaat eden salih bir kalp, her ne kadar saf ve temiz ise de hakkı aramadığı ve aynasını matluba doğru çevirmediği için, hakkın parlaklığı orada tecelli edemez. Belki ekseriya bedeni ibadetlerin tafsilatıyla meşgul olur, veya geçim çareleriyle uğraşır da, mefkuresini rububiyeti düşünmeye ve ilahi gizliliklerin hakikatlerini aramaya sarf etmezse, ancak düşünmekte olduğu amelin afetlerinin incelikleri kendisinde parlar ve keşfolmaya başlar. Nefsin ayıp ve noksanını düşünmekle meşgul ise ona o keşf edilir. (Gazzali, İhya, 3/31.) Gazzali’nin bu konuda zikrettiği ayetleri incelemekte fayda var:

Allah her kimi hidayete erdirmek isterse İslam’a gönlünü açar. (En’am 6/125.)

Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa, o Rabbi katında bir nur üzere olmaz mı? (Zümer 39/22.)

 Buradaki gönlün açılması, Gazzali’ye göre kalp gözünün açılmasıdır. Bu da Allah’dan feyezan eden ilahi hakikatlerin bu göz vasıtasıyla kabulüne vesile olur. Gazzali’nin görüşünü teyid için serdettiği delillerden bir kaçını zikretmekte fayda mülahaza ediyoruz:

Ey Muhammed, işte sana da buyruğumuzla bir nur gönderdik, sen kitap nedir, iman nedir, önceleri bilmezdin, fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. (Şura, 42/52.)

Zira hakikat budur ki, gözler körelmez ancak göğüslerdeki kalpler körelir. (Hacc 22/46.)

Gazzali’ye göre insanın Allah’ın sıfatları konusundaki bilgisi de üç merhaleden geçer. Bu merhalelerin ilki olan Allah’ın sıfatlarının anlamlarını açık ve seçik olarak kavramaya mükaşefe ve müşahede yoluyla varılır. (Mehmet S.Aydın, Gazzali’nin Kurb Nazariyesi, AÜİF Dergisi, Ankara, 1978, 22/309.)

Gazzali Nur /35’in izahını soran bir kimseye cevaben kaleme aldığı Mişkatü’l-Envar adlı eserinde Hak nurun ancak Allah, olduğunu ifadeden sonra nuru üç bölüme ayırır:

Avama göre nur,

Havassa göre nur

Havassu’l-havasa göre nur (Gazzali, Mişkatu’l-Envar, Kahire, 1964, 43; Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 129.)

Gazzali, bu sonuncu yüksek manadaki nuru şöyle izah eder:

“Göz nurunun bir takım kusurları vardır. Zira göz başkasını görebilir, fakat kendisini göremez. Kendisinden çok uzaktakileri ve çok yakındakileri göremez. Perde arkasındakileri de göremez. Göz eşyanın ancak dış kısımlarını görebilir, iç kısımlarını göremez. Yine göz mevcudatın hepsini göremez. Ancak bir kısmını görebilir. Aynı şekilde göz ancak sınırlı şeyleri görebilir, nihayetsiz şeyleri göremez. Çoğunlukla gördüklerinde de yanılabilir. Mesela büyüğü küçük, uzağı yakın görmek, durmakta olan bir şeyi hareket eder görmek ve hareket halindeki bir şeyi durur görmek gibi... Eğer gözler içinde, bu kusurların tamamından sıyrılmış bir göz bulunsa, o nur ismini almaya daha layık olmaz mı? İşte insan kalbinde kemal sıfatları bu olan, yanı kusurlardan sıyrılmış bulunan bir göz vardır. Ona bazan akıl denir. Fakat sen bu çeşit kelimeleri bir kenara at.” (Gazzali, Mişkat, 43.)

Zira tabirler çoğaldıkça zayıf basiretli kişilerin kafasında manaların da çok olduğu vehmi uyanır. Bir şey bir çok tabirlerle ifade edilince, basireti zayıf olanlar, bundan mananın da çok olduğunu zannederler. Biz akıl, ruh ve insani nefs tabirleriyle ifade edilen bu şey ile, akıllıyı emzikli çocuktan, hayvandan ve deliden ayırd eden manayı kastediyoruz. Ulemanın çoğunluğuna uyarak ona akıl diyoruz. Gerçekten bir kimsede bizim kastettiğimiz manada akıl varsa, bununla o emzikli çocuktan, hayvandan ve deliden ayrılır. O halde şöyle deriz; yukarıda saydığımız kusurlardan sıyrılmış bulunan akıl, nur ismini almaya zahir gözünden daha layıktır. (Gazzali, Mişkat, 43) Halka göre nur ise izafi bir manada  eşyada görülür. Bu anlamdaki nuru, görme duyusuyla kavrarız. Nurun kendisi algılayıcı değildir. Onunla algılanır. Mesela yarasaların görme nurunun zayıf olduğundan bahsedilir. Görme nurunun bazı kusurları vardır. Çünkü başkasını görürü, kendisin göremez. Sonluyu görür, sonsuzu göremez. Gördüklerinde de çok defa yanılır. Bil ki insan kalbinde ayrı bir göz vardır. Nur sıfatı onun yetkinliğidir... Buna kalp gözündeki nur da deniyor. Bu kalp gözü veya akıl, hem başkasını hem kendi nefsini, nefsinin bilgisini, nefsinin bilgisinin bilgisini kavrar ve böyle sonsuza gider. (Bu görüşü beş yüzyıl sonra Spinoza ele alacaktır ve fikrin fikrinin fikrinden bahs edecektir.)

Gazzali, kalbi kendi varlığına döndüren, kendi özü ile bir kılan Allah korkusudur, der. Bu, sonsuzluk ve mutlak karşısında duyulur. (H.Z.Ülken, İslam Felsefesi, 130.)

Gazzali’ye göre ahlaka ulaşmakla, hakikate, kesin bilgiye ulaşmak arasında fark yoktur. Bu yol, büyük sufilerin yoludur. Hakikata ulaşmak, rütbeden maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan ilgilerden kaçmakla tamam olabilir.

Gazzali tehafütünde, Allah-Alem ilişkisi sorusunu da ele almıştır. Bu bir bakıma Aristocuların dediği gibi alemin Allah dışında başsız ve sonsuz olduğu, Allah’ın yaratıcı olmaktan ziyade vahibu’s-suver (şekil verici) olduğu yolundaki iddiaları reddetmekte, bir yandan da Allah’ın bilgisi ve iradesi ile dünya olayları arasındaki ilişik sorusuna temas etmektedir.

Gazzali, kalbi kendi varlığına döndüren, kendi özü ile bir kılan Allah korkusudur,  diyor. Bu sonsuzluk ve mutlak karşısında duyulur.

Gazzali'ye göre  ahlaka ulaşmakla,  hakikate,  kesin bilgiye  ulaşmak arasında fark yoktur. Bu yol, büyük sûfilerin yoludur,  hakikate ulaşmak, rütbeden, maldan yüz çevirmek, insanı yüksek gayelerden alıkoyan ilgilerden kaçmakla tamam olabilir. (H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 130.)

Gazzali, 'Tehâfüt'ünde, Allah- âlem ilişiği sorusunu da ele almıştır. Bu, bir bakımdan Aristocuların dediği gibi âlemin Allah dışında başsız ve sonsuz olduğu, Allah’ın yaratıcı olmaktan ziyade  vâhibu's-suver (şekil verici) olduğu yolundaki  iddiaları red etmekte, bir yandan da Allah’ın bilgisi ve iradesi ile dünya olayları arasındaki ilişik sorusuna dokunmaktadır.

Filozoflara göre Allah, yalnız tümelleri, yani varlık düzenini  ve  tabiat kanunlarını bilir:  Tikelleri,  bu âleme ait olayları teker teker bilmez. Filozofların böyle düşünmesinin sebebi şudur;  Allah, kendi özünü bilir. Onun için kendi özünü bilmekle varolmak aynı şeydir. Yeni- Eflatunculuktan gelen bu görüş,  âlemin  sudûr  ile açıklanması,  yâni âlemin  Allah’tan  Feyezanı fikrine dayanmaktadır. Gazzali, bu konuda filozofların prensiplerinden  ayrılıyor. Ona göre, âlemin başsız, sonsuzluğunu veya  suduru kabul etmek doğru değildir. (H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 127.)

Gazzali felsefi öncül olarak yaratış fikrini koyuyor. Âlem, yoktan varolmuştur. Bu zaruri bir varlığın gerektirilmesi ile değil, Allah'ın hür iradesi iledir. Böyle olması tabiatta gördüğümüz düzen gibi akıl aracı ile değil, akıl üstü bir güç, kalb gözü ile anlaşılabilir. Bundan dolayı da Allah, yalnız kendi özünü değil, başkasını da; yani âlemin teferruatını da bilir. (H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 126; Gazzali, Tehafütü’l-Felasife çev.Bekir Karlığa, İstanbul, 1981, 117.)

Gazzali'nin feyz anlayışını yansıtabilecek delillerden biri de onun Mişkât'ında zikrettiği şu hadistir:

"Allah, mahlukatı zulmette yarattı. Sonra onlara kendi nurundan saçtı”. (Gazzali, Mişkatü'1-Envar, s,51) Hadisi zikreden Gazzali, devamında şöyle diyor; hem kendisini hem de gayrini gören her şey nur ismine layıktır. Eğer hem kendisini hem de gayrini görmekle beraber, başkası da kendi vasıtasıyla görülen bir şey olursa, bu, nûr ismini almakta, başkasına tesir etmeyenden daha layıktır. Hatta başkasına da nur saçtığı için ona, Sirâc-ı Münir (aydınlatıcı kandil) demek daha evlâdır. Bu özellik ancak kutsal, peygamberlik ruhuna mahsustur. Zira maarif nurları ancak bu kutsal peygamberlik ruhu ile mahlukata yayılır (feyz). Bu izahımızla Allah'ın Muhammed (S.A.V.)'e 'Sirâc-ı Münir', demesinin hikmeti de anlaşılmış olur. Bütün peygamberler birer aydınlatıcı kandildir. âlimler de böyledir. Fakat aralarında büyük fark vardır." (Gazzali, Mişkat, 51-52.)

"Eğer arza mahsus nurların kaynağı olan semavi nurları, biri diğerinden nur alacak şekilde derecelendirecek olursak, şüphesiz ilk kaynağa en yakın olan, nûr ismini almaya daha layıktır. Çünkü o, en yüksek derecededir. İnsan Şehadet Âleminde bunun mislini ancak şu suretle anlayabilir; Meselâ ayın ışığı evin havuzuna vurur. Oradan duvarda asılı duran bir aynaya akseder. Aynadan da karşı duvara yansır. Şeffaf olan buradan da yansıyan ay ışığı yere vurur ve orayı aydınlatır. Şimdi sen bilirsin ki, yerdeki ışık, duvardaki ışığa tâbidir. Duvardaki ışık, aynadakine tâbidir. Aynadaki ışık Ay'dakine ve Ay'ın ışığı da güneşe tâbidir. Zira aya ışık, güneşten akseder. Bu dört mertebe ışık, kimisi, kimisinden daha yüksek ve daha kâmil olmak üzere sıralanmıştır. Her birinin de belirli birer makamı ve kendine has birer derecesi vardır. Bu derecelerin biri diğerini geçmez. İmdi, bil ki, melekûtiyet nurlarının da aynen böyle bir tertip üzere bulundukları ve en ilerinin, en yüksek nura yakın olan olduğu basiret sahiplerine inkişâf etmiştir. Buna göre, İsrafil (A,S)'ın rütbe itibariyle Cebrail (A.S.)'dan yüksek olması uzak görülecek bir şey değildir. Melekler içinde öylesi vardır ki derecesi, bütün nurların kaynağı olan Allah'ın huzuruna en yakındır. Yine, dereceleri Allah'ın huzuruna uzak olan melekler de vardır. Bu iki derece arasında saymak mümkün olmayan dereceler vardır. Nitekim onlar demişlerdi: "Bizden hiç bir varlık yoktur ki, onun mutlaka malum bir makamı bulunmasın: Biz elbette diziler halindeyiz ve biz, tesbih edenleriz.” (Saffat 37/164-166.) "Buraya kadar öğrendin ki nurlar birer tertip üzeredir. Şimdi de, bu tertibin sonsuza kadar devam etmeyeceğini, bilakis bir ilk kaynağa yükselip orada duracağını bilmen gerekir. Bu ilk kaynak, bizâtihi ve lizatihi nurdur. Onun nûru başkasından gelmez. Bilakis derece derece bütün nurlar ondan doğarlar. Şimdi düşün, Nûr ismine, nurunu başkasından alan mı, yoksa zâtında aydınlatıcı olup, kendisinden başkalarını da aydınlatan mı daha layıktır? Bununla  sâbit olur ki, nur ismi, kendisinin fevkinde hiç bir nûr olmayan ve bütün nûrlar kendisinden feyezan eden en yüksek nûra daha lâyıktır." (Gazzali, Mişkat, 53-54.)

Yukarıda da görüldüğü üzere Gazzali, bir nûrlar nazariyesi kurmuştur. Bunun en üstüne Allah'ı yerleştiriyor. Allah'tan feyezân eden bu ma'rifet nurları, ancak kendi heva ve hevesine galip gelmiş kullar tarafından, onlarda açılan kalb gözleriyle müşahede edilebilmektedir.

Gazzali'nin bu kalb gözüne de çeşitli isimler verilmektedir. Bunlar; basiret, sezgi, hads, keşif, mükaşefe vb.dir.

Bu feyzin Plotinus'taki feyzden farkı, Plotinus'ta kâinâtın Allah'tan zaruri olarak feyzi; dolayısıyla bir yönüyle Panteizm; Gazzali'de ise Allah'tan feyezan eden, kâinât ve ekvan değil, -çünkü yaratmayı esas alıyor- "nûr" dediği, tasavvufi manada ma'rifet; 'ilahi kaynaklı’ bilgidir.

 

Gazzali’nin Feyz Anlayışından Etkilenenler.

Gazzali'nin tesiri, (batıda, Lâtince tercümeleri ile) büyük olmuştur. İllet-i âdiye fiziği ile tabiat kanunlarının çok yumuşak bir görüşüne ulaşmış, tabiat kanunu, fikri ile manevi bir âlem fikrini uzlaştıran zamanımızdaki Emile Boutroux gibi filozoflara çok uzaktan zemin hazırlamıştır. (H. Ziya Ülken, İslam Felsefesi, 125.)

Ruh bedene ne bağlı, ne de ondan ayrıdır. Fakat kendi faaliyetinde işe yaraması için onu hizmetinde kullanır, derken yine bedenin ruha alet olduğu ve zeka halinde maddeyi kullanmak için pragmatik bir rolü olduğunu söyleyen Bergson'ın görüşünü beş yüz yıl önce haber veriyor. Bergson'da hafıza ve beyin münasebeti, ruh ve beden (H.Z.Ülken, İslam Felsefesi, 130; Cavit Sunar, İslam’da Felsefe ve Farabi, 2/32-33.) arasındaki. nitelik ve nicelik bakımından ayırış, ruhun zeka  ve akıl yürütme ile anlaşılamayan süre halindeki niteliği, bu niteliğin yalnız bir nevi iç gözü demek olan sezgi ile kavranması düşünceleri, aradaki uzun zaman fasılasına ve ilim verilerinin değişmesine rağmen Gazzali'yi hatırlatmaktadır. (H.Z.Ülken, İslam Felsefesi, 132.)

Ramon Marti, Gazzali'den ilham aldı ve hatta metinden bir şey değiştirmeden pek çok parçalar aldı. St. Thomas d'Aquinas dahi Gazzali'nin ya Lâtince çevirilerinden ya da Ramon Marti vasıtasıyla fikirlerinden almıştır. Pascal da Ramon Marti'nin adını zikretmeden "Pensées"de ondan faydalandı. Gazzali'nin Pascal üzerine tesiri dolayısıyla Fransız spiritualist felsefesindeki madde ve hayat, yahut ruh ve beden ikiliği fikrini anahatlarıyle hazırladığını söyleyebiliriz. Çağdaş filozoflar arasında. Gazzali'ye en çok benzeyenler Kant ve İskoçya ekolü veya Fideism (imancılık) felsefesidir.

XIV. Asırda üç Şüpheci filozof; Peter d'Ailly, Nicolaus d'Autricourt, Guillaume d'Occam, sebeplilik sorusunda ondan ilham aldılar.

Gazzali'nin Munkiz'i, Augustin'in 'İtiraflar'ı; Descartes’ın Metot Üzerine Konuşma’sı; Rousseau’nun İtiraflar'ına benzer. Gazzali'nin şüpheciliği ile David Hume'un şüpheciliği arasında bir benzeyiş vardır. (H.Z.Ülken, İslam Felsefesi, 120-131.)

İsmail Hakkı İzmirli'ye göre, Gazzali'den etkilenenleri şu şekilde belirtebiliriz:

Gazzali, 'şüphe hakka iletir' düsturu ile İbnu'l- Heysem gibi Descartes'ın selefi oluyor.

Felsefeyi tetkik ederek aklın bütün doktrin ve problemleri, kuşatma hususunda bağımsız olmadığını ve bütün müşküllerden perdeyi kaldıramadığını ortaya koyuyor. Bu Kant'ta da görülür.

Sevgi (muhabbet) nazariyesini egoizm esasına dayandırıyor. Hobbes, Bentham ve Stuart Mill ile Schopenhauer egoizmi yürütüyorlar.

İmanla ilmi ayırmakla Hamilton'un selefi oluyor. Akla ve tabiata güvenmeyip, vahye güvenmekle Pascal'ın da selefi oluyor.

Farabi gibi, batı düşünürlerine sezgiye dayanan bilgiyi haber veriyor. (İ. Hakkı İzmirli, İslam Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri Arasında Mukayese, (Sad. S. Hayri Bolay), Ankara, 25-26.)

Doğuda ise Gazzali'nin özellikle Sühreverdi (maktûl)’ye etki yaptığı bir gerçektir. Mişkatü'1-Envar'daki görüşlerle İşrakiyye Felsefesini karşılaştırmak aradaki benzerliği ortaya koyacaktır. Güneş ışığının dalga dalga yayılışı gibi nurların Allah'tan geldiği görüşü hem Gazzali' de hem de Sühreverdi'de mevcuttur. (İ. Agah Çubukçu, İ. Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, ll9.)

İbn Arabi'nin de Gazzali'den etkilendiği bir gerçektir. Özellikle Nur-i Muhammediye' (Bu konuda bkz. Mehmet Demirci, “Nur-ı Muhammedi, D.E.Ü İ.F Dergisi, İzmir, 1983, l/239-258; Muhyiddin b. Arabi, Füsûsu'1-Hikem çev.Nuri Gencosman), İstanbul, 1956, 279; Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, Ankara, 1974, 181.) görüşü, Gazzali'nin 'Nurlar Nazariyesi'ne benzemektedir, Ayrıca 'Vahdet-i Vücûd' görüşünün de Gazzali'nin bu fikirlerinden mülhem olması muhtemeldir.

Ancak İbn Arabi ve bu konudaki görüşleri de ayrı bir araştırma konusu olması sebebiyle bu kadar bir hatırlatmanın yeterli olacağı kanaatindeyiz.

T

Bu incelememiz neticesinde şu kanaate ulaşmış bulunmaktayız:

Plotinus'ta feyz, kainat ve mahlukatın; Allah’tan derece‚ derece, zaruri olarak sudûru manasına gelmektedir. Dolayısıyla Plotinus'un feyz anlayışı, daha ziyade varlıkla ilgili, yani ontolojiktir, diyebiliriz. (El-Kindi, Farabi ve-İbn Sina'da ise feyz, Plotinos'takine benzese bile, aynı olduğu söylenemez. Bu filozoflardaki akıllar nazariyesi Plotinus'un feyzi ile, İslam düşüncesinin bir sentezidir, denebilir.)

Plotinus'a göre bütün tanrısal sıfatları ve kemali kendinde toplayan ve saf bir cevher, tek ve mutlak varlık olan Bir, yani Allah, bütün varlığın temelidir'. Bu tek ve mutlak varlıktan, önce akıl, sonra semâvî ruhlar, daha sonra insan ruhu ve en sonda da madde alemi çıkar. Bu çıkış, ona göre zorunludur.

Yukarıda zikrettiğimiz Meşşai filozoflara göre ise, zorunlu varlık yine her türlü feyzin başlangıcıdır. Fakat, bu feyezan etmede bir kast olmamakla beraber bu kendiliğinden de olmamaktadır. Yani onun bu sudûra bilgisi ve rızası da yok değildir.

Gazzali'deki feyz ise bunlardan daha farklıdır. Gazzali'deki feyz, daha çok psikolojik ve tasavvufi bir karakter arz etmektedir. Gazzali’den önceki filozoflarda feyz, kısaca tanrıdan maddi alemin çıkışıdır. Gazzali'de ise Allah'tan çıkan, feyezan eden, böyle madde değil de, ilâhi kaynaklı bilgi, marifettir, denebilir. Mişkat'ta, Munkiz'de, İhya'da, Risaletü'1-Ledünniye'de anlattığı feyz, muhtemelen, budur.

Ona göre, Allah'tan feyezân eden bu marifet nurlarını, aklın kavraması mümkün değildir. Bunun için aklın üstünde bir kavrayış gücü, hads veya sezgi gereklidir. Bunu o, Keşf, Kalb  Gözü; elde edilen bilgiye ise mükaşefe     ilmi, diyor. Bu kavrayış gücü ile insan, Allah'tan gelen feyzleri telakki edebilir.

Sonuç olarak; kanaatimizce Gazzali'de de bir çeşit feyz anlayışı vardır. Fakat bu feyz, ontolojik değil, tasavvufi bir mahiyet arz etmektedir.q

 

http://www.angelfire.com/wv/bulentunal/gazzali.htm

Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,109 Saniyede Yüklendi.