Gazali Net Ana Sayfa
Anasayfa Anasayfa > Gazali İle İlgili Güncel Haberler > Gazali ile ilgili güncel haberler
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  Forum Yardım Forum Yardım  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Akıl-Kalp Dualitesi Nereye Kadar?

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj / Okunmamış Mesajları Gör
sibel Açılır Kutu Gör
Kalfa
Kalfa


K.Tarihi: 28 Nisan 2010
Durumu: Aktif Değil
Gönderilenler: 189
Aktiflik
Seviye
Deneyim
Mesaj Seçenekleri Mesaj Seçenekleri   Alıntı sibel Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Akıl-Kalp Dualitesi Nereye Kadar?
    Gönderim Zamanı: 13 Mayıs 2010 Saat 21:40
Akıl-Kalp Dualitesi Nereye Kadar? 
Mehmet SERDAR


Fethedilmiş Hayat 

Görülebildiği kadarıyla insan, hayat sahipleri arasında konumu en ayrıcalıklı olan bir varlıktır. Bu kanaat insanların ekserisi tarafından kabullenilen bir görüştür. Peki, onun bu konumu kazanılmış bir konum mudur, yoksa ilahi bir mevhibe midir? Ulaşılabilen (yani arkeolojiyle, paleontolojiyle, doğrudan yazılı metinlerle vb.) kaynaklarda ortaya çıkan sonuca göre insan hep insandı ve kompleks ve ayrıcalıklı vasıfları hep onun yanındaydı.

İnsanı değerli kılan özellikler pek çoktur. Fakat bunlar içerisinde artı değere en fazla sahip olan yanı ise her halde (Heidegger’e göre de) var olan olarak varlığının farkında olmasıdır. Evet, o, varlığının farkındadır; varlık ve yokluk arasında var olanların tarafında olduğunun şuurunda olarak varlığına değer katmaktadır. Üstelik varlığını tüm boyutlarıyla görebilecek bir şuura sahiptir ki, bu boyutları en kaba şekilde madde ve mana olarak isimlendirebiliriz. (Bu ayırım pratik açıdan bir ayırımdır; diğer türlü tamamen ayrı üniteler olarak inceleme konusu yapmak yazımızda da dile getirmeye çalışacağımız gibi isabetsizdir.) Ve insan şuurunda olduğu, önemini kavradığı veya önemine inandığı yönlerine yatırım yapar, üzerine titizlenir. Esas olan ise insanın kendisini bir bütün olarak ele alması ve değerlendirmesidir. Eğer cismaniyeti birinci derecede önemliler listesine alırsa, yatırımları ona göre olacaktır (ev, araba, iyi bir iş, toplumda seçkin bir yer, vb.), maneviyatı kıymetliler kategorisinde değerlendirirse yatırımı ona göre olacaktır (meşru alana ve faziletlere meyil).

İnsan için ruhi olarak varlığının farkında oluş, dolayısıyla şuurî uyanış çok önemlidir. Onun hayatı bedenle sınırlı yeknesak bir hayat olursa -aslında temelde hareketi arzulayan ruhumuz- kendisinde fanilikten (bir yönüyle ademden veya daha açık olarak varlığının bir başka varlığa dayanmak zorunda olmasından) kaynaklanan bir durağanlıkta karar kılabilir. Ve bu tip bir yaşantı, bir nevi adem hesabına bir yaşantıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)’in, dualarında sık sık ataletten ve tembellikten Allah’a sığınmasının hikmetlerinden birisi de belki, vücuda, dolayısıyla hayra bakan bir ömrün en verimli bir şekilde bakiye dönüştürülmesine olan lüzumun ümmete ders verilmesidir. Demek ki temelde insan, elinde mevcut maddi- manevi bütün imkânları kullanarak hayatını en karlı şekilde değerlendirecektir.

Akıl ve Kalp Arası Yol 

Bu kısa girişten sonra bizim burada ele alacağımız husus meselenin daha çok manevi(ruhi) boyutudur. Tabii zihni durum da paralel ele alınacaktır. Çünkü ilmin mahalli Gazali’ye göre ruhtur. Maddi vücut ilme mahal olamaz. Dolayısıyla birisinde meydana gelecek müspet veya menfi herhangi bir durum diğerini de doğrudan etkileyecektir. (Aynı zamanda Descartes da ruh ile zihin arasında bir ayırım yapmıyordu. bkz. Cottingham, sh.273)

İnsan topluluklar halinde yaşar. İhtiyaçlar genelde kendiliğinden bir dağılımla pay edilir ve birey toplum içerisinde kendisine düşen yükümlülüğü karşılar. Fakat insanın yaşayışının özel bir bölümü vardır ki, bu vucudî varlığını devam ettirmenin ve yaşamı sadece bu yönüyle algılamanın ötesinde manevi alanıdır. Manevi cephesini ise; hisleri, latifeleri, vicdanı, ruhi hayatı vb. oluştururlar. İşte bu duyguların insani yönde geliştirilmesi, köreltilmemesi gerekir. İnsanın manevi cephesinin körelip körelmediği iç muhasebe ve müşahede ile anlaşılabilir. Bunun yolu da kendi yolculuğuna çıkması, kendini tanıması, bir yerde nefsini, tarafsızca, obje olması yönüyle süje olarak incelemesinden geçmektedir. Hastalık tespit edilirse elbette tedavi kolaylaşacak, müdahale gerçekleşebilecektir. Yoksa iptal-i hisle sadece maddi düzlemde bir hayat sürdürülebilir ve manevi dünyanın varlığı bütün bütün unutulmaya yüz tutar. Bu ise başta da değindiğimiz gibi hayat hanesine değil, adem hanesine kaydolacaktır. Ferdin iki günü birbirine eşit olmayacak, daima ‘insani’ dairenin sınırlarını bir adım daha genişletmenin imkânları zorlanacaktır.

İnsani daireden murat, vahiyle insana bildirilmiş olan emir ve nehiylerin hayata uygulanmasıdır. Yani Yaratıcı’nın hoşnutluğunu sağlayacak bir hayat tarzını tercih etmedir. Ve bu tercih ediş zahirin düzenlenmesi kadar batın’ın düzenlenmesini de zorunlu kılar. Müstakim bir niyet, doğru bir nazar, dolayısıyla iç âlemin gerektiği şekilde dengelenmesi hayata da istikamet kazandıracaktır.

Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’nin Mukaddime’sinde, eserlerinin bir küçük fidanlığı gibi gördüğü bu eserinin (dolayısıyla Yeni Said dönemi eserleri için) tıpkı Mevlana, İmam Rabbani, İmam Gazali gibi akıl ve kalp ittifakına dayanan yeni bir yol açtığını ifade etmiştir. Bu yol, bireyin ayağını yere sağlam basmasına yardım eder.

Kendi Olarak insan 

İnsan, fert olarak, kendi türü içinde biricikliği ile öne çıkan bir varlıktır. O, doğumundan itibaren geçirdiği hayat tecrübesi ve serüveniyle bu biricikliğini, tekilliğini kazanır. Bu yüzden “hayvanların bir nevi, insanların bir ferdi gibidir” denmiştir. Mesela bir arı binlerce yıldır sevk-i İlahi ile tek tip kovan yaparken, insan, sayısız alternatif içerisinden kendi tercihini seçip ortaya koymuş ve bu ferdi farklarıyla ayırt edilmiştir. Onda, bütün insanların esastaki organları ve manevi duyguları vardır, ama insan sayısınca farklı insan olduğuna da şüphe yoktur.

İnsanın tabiatla ilişkisinin daha birebir ve dolaysız olduğu dönemlerde, ruhi ve zihni dengenin belki de daha iyi kurulmasından dolayı daha sıhhatli ve kendine has bireylere rastlanmaktaydı. Hayat serüvenine günümüzdeki imkânlar içinde yeniden başlanacak olsa, ancak global bir kültür elde edileceği ise aşikardır. Sıhhat konusunda ipucunu ise bize Ivan İllich veriyor: “Eskiden insanlardan kendini hasta hissedenler vardı, günümüzde ise kendini sağlıklı hissedenler var.” 

Dual Âlemde insan 

Felsefede, birbirine indirgenemeyen iki temel prensibin olduğunu öngörmeye dualizm(ikicilik) denir. Bu ikiciliğe pek çok yerde rastlayabiliriz: Eflatun’da madde-misal âlemi, Kant’ta nomen-fenomen olarak vb. En bilineni ise herhalde Descartes’in madde-ruh ayırımıdır. Konumuz akıl-kalp ikiciliğine dair bir yaklaşım olduğundan, felsefenin bu tarz ayırımlarına şimdilik ismen değinmekle yetinelim.

Tabiatla iç içe olmakla ilgili olarak, bundan hangi dönemin kastedilmeye çalışıldığı konusunu biraz açacak olursak; bu dönemle Batı’da 16 ve 17. yy. öncesi, Doğuda ise biraz daha yakın bir dönem öncesi kastedilmektedir. Bu dönemde yerleşik anlayış hem akla hem de inanca bağlıydı (burada amaçlanan bir dönemi temize çıkarmak veya yermek değildir; amaç bir vakıayı ortaya koymaktır). Anlayış Batı’da Thomas Aquinas’ın Aristo’nun görüşlerini Hıristiyanlık teolojisiyle uzlaştırmasıyla sorgulanamaz bir dogma olarak yerleşti.

İslam coğrafyasında ise o sıralarda kâinat didik didik ediliyordu. İslam’ın hem Kur’an’ı hem de kâinatı aynı türden deliller olarak sayması, bunun yanında ayırıcı bir özellik olarak da bu ikisi arasındaki uygunluğun araştırılmasına teşvik etmesi anlayışın yerleşmesinde etkili olmuştur. Ataullah Îskenderani’nin Hikmetler Kitabı’nda; “Varlıklar hakkında düşünmen için sana izin verdi. Fakat o varlıkların zatlarıyla birlikte durmana izin vermedi, ‘göklerde olana bakın’(10/101) diyerek sana anlayış kapılarını açtı. Yoksa sırf göklerde olan varlıkları göstermek için ‘göklere bakın’ demedi.” sözü meseleyi daha sağlıklı bir zemine oturtuyor. Kişi dindirilemeyen merak hissiyle varlıklar üzerinde yoğunlaşıp incelemelerini derinleştirdikçe kendisini daha iyi anlayacaktır. Bütün kitaplar nasıl tek bir Kitap’ın daha iyi anlaşılması için okunmalıysa, kâinat da insanın daha iyi anlaşılması, esas mevkisi neyse oraya oturtulması için tetkik edilmelidir. Temellendirme ise akıl ve kalp birlikteliği ile yapılmalıdır.

Akıl ve kalp birlikteliğine sahip bir ilmi anlayışın kazandıracaklarına basit bir örnek verecek olursak; güzel kokan, renkleri gözü okşayan bir çiçek incelendikçe, onun toprakla, havayla, suyla ve gün ışığıyla olan ilişkileri tespit edildikçe insan olmadan bunların bir anlamının olamayacağı, bütün bunlara değer katanın insan olduğu görülecektir. Dolayısıyla yerden göğe, gökten feleklere kadar varlıkların birbirleriyle ilişkilerinin bir örneğinden yola çıkılarak hem bilimsel bir ilerleme elde edilecek hem de paralel olarak manevi bir oluşum, yani ilmin hikemî boyutu kalbe bağlı sezgiyle hissedilecektir. Bu ise bilimi amorf bir duruma düşmekten koruyacaktır.

16 ve 17. yy’lara gelindiğinde Hıristiyanlık dogmatizmine karşı sorgulayıcı tavır alışın sesini yükseltmesiyle, Avrupa’da kıpırdanmalar başgösterir ve bu kıpırdanışın meyveleri de bir müddet sonra derilmeye başlanır; “Organik, canlı ve manevi bir evren kavramı yerini bir makine tarzındaki dünya anlayışına “ (Capra, s.52) bırakır. Hele Dünya’nın evrenin merkezinde yer almadığını söyleyen Copernicus’ten sonra Batı’da hâkim olan yaklaşık bin yıllık görüş temellerinden sarsıldı. Yani Dünya buna göre, kıyıda köşede kalmış milyonlarca gezegenden birisiydi.

Bacon’dan sonra ise tabiat artık hoyratça kullanıma açık, her türlü deneysel yöntemin 
çekinilmeden uygulanabileceği bir yer mesabesine inecektir.

İhmal mi, İntihar mı? 

Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız kısımdan amaç, tehlikenin insanın bizzat kendisine yaklaşık 3–4 asır öteden gönderdiği yaralayıcı (belki de öldürücü) kalp-akıl ayırımını öngören okun yüksek tahrip gücüne sahip bir bombaya -ki bu bomba zihinde olduğu kadar ruhta da onulmaz yaralara sebep olabilir- dönüştüğünü dile getirmektir.

Neticede insan bilimde övünülecek mesafeler katetmiştir ama kendisini ihmal etmiştir, kendisinden uzaklaşmıştır. Aya nasıl gerçekleştireceğini düşünmüştür ama ruhunu, kalbini mekanikleşmenin cenderesinden nasıl kurtaracağını düşünmeyi ihmal etmiştir. Küçük bir nükte olarak diş çürüklerinin medeniyetin paralelinde ortaya çıktığını söyleyenlerin yanında, belki de ileride teknoloji ve enformasyonun zihnin ve maneviyatın çürümesine körelmesine yol açtığı söylenebilecektir. Buhar makinesinin icadına kadar insanın çok yakınında bulunan tabiat yavaş yavaş insani özden el etek çekmeye başladı. İnsan teknopolilerde makinelerle yatıp şaşı kalktı. Mesnevi’de Mevlana’nın güzel bir hikâyesi vardır: Ustanın birisi çırağından, çeşmeden şişeyle su getirmesini ister. Şaşı olan çırak şişeyi çift gördüğünden hangisiyle diye sorar. Usta, masada zaten bir tane şişe olduğunu söyledikçe, çırak da kendi görüşünde diretir. Öfkesine hâkim olamayan usta, şu halde şişelerden birisini kır ve diğeriyle su getir diye öfkeyle haykırır. Şişelerden sadece birisini alıp yere vurduğunu zanneden çırak neticede ortada hiç şişe kalmadığını görünce hatasını anlar.

Günümüzde şaşılık, ifadesini, maddi ve maneviyi birbirinden kesin ve keskin hatlarla ayırmakta buldu. Maddi ön planda revaçta, manevi ikinci derecede ve bir köşeye itilmiş. Güya maneviyattan sıyrılmış madde, kâinatın sırlarını bir bir ve hiç zorlanmadan aşacak, dolayısıyla el değmemiş alan, çözümlenememiş mesele kalmayacaktı. Laplace’ın ifadeleriyle anlatacak olursak: “Böylesine (üstün, M. S) bir zekâ evrendeki en büyük cisimlerin hareketleriyle en hafif atomların hareketlerini aynı formül içinde kucaklamaya muktedirdir; bu zekânın karşısında belirsizlik adında hiçbir şey yoktur; gözünden ne geçmişin ne de geleceğin kaçması mümkün değildir.” 

Sonuçta tahmin edilenin aksine kalpten ve ruhtan (yani başta işaret ettiğimiz insaniliğin önemli bir kısmından) sıyrılmış soğuk ve yüzeysel (belki çok net bir amacı olmayan) bir maddi gelişme yaşandı. Fakat bu gelişme uğruna özellikle Afrikalı siyahîlerin iş gücünün ve zengin maden yataklarına sahip bakir coğrafyaların kısa bir sürede nasıl sömürüldüğü daha terütaze zihinlerdedir. Bu dönem, medeniyet kuruyorum derken yaşanan bu gibi tatsızlıklar, akıl ile kalbi ayıran bir şaşılığa meyledilmeseydi belki de daha az acıyla atlatılabilirdi. Ve bu şaşılık tedavi edilmediği takdirde şimdiki ve gelecekteki menfi sonuçlarına da katlanmak icap edecek Bugün yaşam standartlarının yüksek olduğu yerlerde yaşanan manevi buhranla, psikolojik tedaviye ihtiyaç duyanların ve dahası intihar edenlerin sayısı artmaktadır. Teknoloji medeniyeti ve kalp medeniyeti kaynaştırılamamıştır. Son zamanlarda hükümetler bazında manevi teşviklerin artması bir uyanışın gerçekleştiğini göstermektedir, ama bu yeterli midir, tartışılır.

Global çapta yaşananlar bir yana, kalpten soyutlanmış bir medeniyet asıl, insanın biricikliğini yaralayacaktır. Ferdi toplumdan ayıran özellikler, ferdi zenginlikler törpülenecek, insanlar aynileşecek, neticede insan kendisine yabancılaşacaktır (alinasyon).

Alinasyonun güzel bir örneğini Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar” isimli filminde buluruz. Fabrikaların, hayatın içinde iyice boy attığı dönemde büyük bir fabrikada iş başı yapan kahramanımız, çalıştığı fabrikanın -ki bu fabrikada sadece vida çevirmekle meşguldür. Ve işinin bütünlüğü hakkında hiçbir fikri yoktur. Mesai saatlerinde en yakınlarıyla bile görüştürülmez- olumsuz şartlarıyla mekanikleşir. Artık her gördüğü elbise düğmesine bile onu üç kere sağa çevirme iç dürtüsünün hâkim olduğu bir halette yaklaşır. Neticede insani yönleri dumura uğramış bir vaziyette yaşar.

Kalpten soyutlanan çağımızın manevi kirlenmesinin, alinasyonun dışında, yaygın dışa 
vurulmuş hastalıkları arasında stres ve depresyon da sayılabilir. Toplumlar üzerinde yapılan araştırma ve gözlemlerden ortaya çıkan istatistikler, durumun vahametini gözler önüne sermektedir. Bunlardan, yaygınlaşan ruhsal dengesizliklerin ulaştığı boyutu çıkarmak yaklaşık olarak mümkün olmaktadır.

İnsanın maddi refah çizgisini yükseltmeye çalışması elbette gerekli ve önemlidir. Ama maddi varlığımıza gösterdiğimiz ihtimamı manevi varlığımıza da göstermemiz gerekir.

Unutulmaya Yüz Tutan Bir Kavram: Kalb-i Selîm 

Daha önce işaret ettiğimiz ve Bediüzzaman’ın da özellikle üzerinde durduğu ve vurguladığı akıl-kalp birlikteliğini sağlamak, ikisi arasında bir yol açmaya çalışmak zorunlu gözükmektedir. Birbirini destekleyecek böyle bir dayanışma insanlık için gerekli ve şarttır. Geçmişte, teknolojinin dünya ölçeğinde büyük tahriplerin yani I. ve II. dünya savaşlarının emrine verilmesi, özellikle son dönemde genetik mühendisliğinin ümit verici ve bir o kadar da endişelendirici gelişmeler kaydetmesi selîm akla olan ihtiyacın her zamankinden fazla olduğunu göstermektedir.

İşte akıl-kalp ittifakı aynı zamanda kalb-i selimi de sağlayacaktır. Geçmişte böyle bir deneyimimizin olması da işimizi kolaylaştıracaktır. A.Turan Alkan konuyla ilgili olarak bir yazısında şöyle söylemektedir:“İçinde debelendiğimiz şüphe hâli, ancak ‘kalb-i selim’ ile izale olunabilir; sadece sanat yapmak için değil, varlığın her cinsiyle yeniden aynı lisanı tekellüm edebilmek için evvela ‘kalb-i selim’e muhtacız.”

Hüseyin Nasr da bir kitabında, eskiden Müslüman talebelerin ilim tahsil ederken ibadet etmeyi terk etme ihtiyacı hissetmediklerini söyleyerek aynı noktaya vurgu yapmaktadır.

İşte bilimde veya daha geniş olarak bütün hayatında, insanın yitirdiği bazı şeyler vardır. Onlardan birisi akıl-kalp birlikteliğidir. Ve esas mesele de insanın kendine yeterince zaman ayırma alışkanlığını terk etmiş olmasıdır. Görünürde pek mesai harcanmadan hatta üzerinde hiç durulmadan anlaşılabilen bir varlık gibi algılanan insan, aslında çözümlenmesi ve anlaşılması çok zor bir problemler yumağıdır. Kendini anlamak için nefsini tanımaya çalışması lazımdır. Ve bunu en önce Müslüman’ın yapması gerekmektedir. Çünkü Bediüzzaman’ın da kaydettiği gibi; “Maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanisidir” (Muhakemat) 

KAYNAKLAR 
—Yeni Bir Düşünce, F. Capra, Ağaç yy., İstanbul 1992.
—Mesnevi-i Nuriye, B.S. Nursi, Sözler yayınevi, İstanbul 1990.
—Sanat ve Kalb-ı Selim, A. T. Alkan, İzlenim, Mart 1996.
—Kartezyen Dualizm: İlahiyat, Metafizik ve Bilim, J. Cottingham, Cogito Der., ay. 10.
—Felsefi Doktrinler Sözlüğü, S. H. Bolçay, Akçağ Yayınevi, Ankara 1996. 


http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/akil-kalp-dualitesi-nereye-kadar.html





Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2009 Web Wiz
Türkçe Çeviri Hakan Tekgöz

Bu Sayfa 0,063 Saniyede Yüklendi.