“Bedende bir et parçası vardır. O parça iyi ve sağlam olursa
bütün beden sağlam olur. Bu parça bozuk olursa beden bozuk olur. Biliniz ki, o
et parçası kalptir.” (Hakîm Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 94)
İnsanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl
ve ruh, Allah’ın tecelli ettiği mahal ve ilâhî latife gibi bir çok anlama gelen
kalp, başka dillerde tam olarak karşılıkları olmayan “gönül ve can” gibi
kelimeleri de ifade eder. (Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Ankara 1997, 422-423; Ferid Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik
Lûgat, XIII. baskı, yay. haz: A. S. Güneyçal, Ankara 1996, 483)
Kelime anlamı, “dönmek, çevirmek” olan kalp, sürekli
dönen ve tarayan bir radar gibidir. O hiçbir şeye sabitlenemez ve bağlanamaz;
dolayısıyla sürekli kutsalı arar ve araştırır. “Lâ ilâhe illallah turnusol testi
ile” kalp, var edilenlere tapılmayacağını ve kulluk edilmeyeceğini hatırlatarak
tevhide işaret eder. (Robert Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, çev: İbrahim
Kapaklıkaya, II. baskı, İstanbul 2003, 48)
Derin zeka ve irfanı içinde barındıran kalp, aynı zamanda
marifetin de mekânı ve merkezidir. Sûfîler için varılmak istenen maksat;
yumuşak, duyan, hisseden ve şefkat dolu bir kalp geliştirmek ve kalbin derin
kavrayışını tekâmüle erdirmektir. Kalbin bu derin kavrayışı, aklın soyut
zekasından daha sağlam köklere dayanan bir kavrayışı haber verir. Kalp gözü
açıldığında, görünmeyen âlemin kapıları açılacak ve ötelerin ötesi temaşa
edilecektir. Kalp kulağı açıldığında ise, sözlerin ötesinde gizlenen hakikatin
derin sessizliği tüm varlığıyla hissedilecek ve duyulacaktır. (Frager, Kalp,
Nefs ve Ruh, 28)
Kutsalı Arayan Mabet
İlahî kıvılcım, ruh ve aşk kalpte mekân bulur. Nitekim
kalp, kutsalı arayan kutsal bir mabet ve tapınaktır. Bunun için sûfîler, bu
muhteşem mabedin mihmandarları olduklarından bütün insanlığa saygı, hürmet ve
nezaketle muamele ederler ve karşılık verirler. Nitekim bu mukabele ile hâsıl
olan ve aynı zamanda tasavvufun da özü olan sevginin mekânı da kalptir. (Frager,
Kalp, Nefs ve Ruh, 28)
Kutsal kıvılcımın mekânı olarak insanın içinde hâlkedilen
mabet için kutsî bir hadiste Azîm olan Allah şöyle buyurur: “Bütün göklere ve
yerlere sığmayan Ben, ihlaslı müminin kalbine sığarım”. (Hadisçiler, bu hadisin
sıhhatini tasdik etmemişlerdir) İnsanın içindeki mabet yani kalp, yerkürenin en
kutsal tapınak ve ibadetgâhlarından daha değerlidir. Bir insanın kalbini ve
gönlünü kırmak ve incitmek, en büyük ibadet mahallerine zarar vermekten daha
büyük hakkı ve sorumluluğu içinde barındırır. (Frager, Kalp, Nefs ve Ruh,
48)
Bedenin Merkezi
İnsanın içindeki mabet olan kalp, aynı zamanda tüm
duyguların sığınağı, merkezi ve makarrıdır. Tüm duyular ve algılanan şeyler önce
kalbe ulaştırılır. Kalp de bunları anlaşılması için beyne iletir. Eğer kalbin
duyu gücü olmasaydı, bu duyular hükümsüz olur, boşa giderdi. Bu, doğuştan kör
olan birisinin nesneleri tasavvur etmesinin mümkün olmaması gibi bir hâli
hatırlatır. Nitekim, “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki
kalpler kör olur.” (Hac, 46) ayeti de buna işaret eder. (İhvânu’s-Safâ, Resâilu
İhvâni’s-Safâ ve Hullâni’l-Vefâ, neş: Butros el-Bustânî, Dâru Sâdır, Beyrut,
trz, I, 105-106; İhvân-ı Safâ, Risâletü Câmiati’l-Câmia, 358) Bu bağlamda
filozoflar kriter olarak aklı öne çıkarırken, sûfîler daha çok keşf ve ilhama
daha fazla önem vermişlerdir. Ancak bunu yaparken akla alternatif olarak keşfi
öne çıkarmazlar. Onlar, akılda derinleşmekle akıl nurunun ötesine vararak elde
edilen keşfi idrak ederler.
İnsanın şekle büründüğü bedeni, doğumundan sonra gelişme
kaydettiğinde, beyin tıpkı bir krallık gibi diğer azâların itaat ettiği bir
yönetici veya bir şehir gibi faaliyetlerini sürdürür. (Resâil, I, 29;
er-Risâletü’l-Câmia, 124, 129-130) Ancak insanın en soylu organı kalp, vücudun
merkezidir. (Resâil, III, 394) Kalp sadece ruhî idrak sürecinde bir merkez
değildir, aynı zamanda fizyolojik nefes alma süresinde de en büyük rolü oynar.
Hava boğazdan, temizlenmek için akciğere girer; daha sonra ısısını gidermek için
kalbe girer. Oradan atar damarlara ve vücudun bütün parçalarına ulaşır. Hava,
dönüşünde tekrar kalbe, oradan akciğerlere girer. Oradan da vücudun ısısını
taşıyarak boğazdan dışarı çıkar. Çoğu Müslüman yazara göre kalp, sadece hayat
veren nefes alma etkinliğinde değil, aynı zamanda zeka gibi o da vasıtasız ve
merkezîdir. Böylece kalp ile idrak ve hayat ritimleri arasında, aklî meleke ile
beyin arasındaki dolaylı ilişkiden daha yakın bir ilişki vardır. (Seyyid Hüseyin
Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, 116)
Yönetici Organ
İslâm filozoflarında kalbin donanımı için selim bir akıl,
derin tefekkür temel ölçüt iken, sûfîlerde tefekkürün yanında bir o kadar
murakabe, mücahede ve riyazet de önemlidir. (Bayram Ali Çetinkaya, Sayıların
Gizemi ve Tasavvufun Dinamikleri -İhvân-ı Safâ Modeli-, İstanbul 2008,
133)
Tefekkür, murakabe ve riyazetle kemâlata erişen kalp,
yönetici organ olarak diğer bütün organların kendisine boyun eğdiği ve hizmet
ettiği merkezî bir fonksiyon icra eder. Mesane böbreğe, böbrek karaciğere,
karaciğer de kalbe hizmet eder. Diğer organların durumu da benzer özellikler
taşır. (Fârâbî, el-Medinetü’l-Fâzıla (İdeal Devlet), açıklamalı çev: Ahmet
Arslan, II. baskı, Ankara 1997, 76)
Bütün uzuvların kendisine itaat ettiği kalbin çok sayıda
askeri olduğu gibi, bir o kadar düşmanı da çoktur. Bu şuna benzer; insanoğlunun
bedeni bir şehir gibi düzenlenmiştir. Onun organları, parmakları, o şehrin sanat
erbabıdır. Şehrin padişahı kalp, veziri ise akıldır. Ülkenin koruması ve
inkişâfı için padişahın tebaasına ihtiyacı olduğu şekliyle, gönül padişahının da
benzer ihtiyaçları söz konusudur. Ancak bu sayede beden ülkesi imar olur ve
ordusu galip gelir. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, çev: Ali Arslan, İstanbul 2004,
36)
Beden ülkesinin hükümdarı olan kalp, meleklerin sahip
olduğu cevher türünden bir özelliğe maliktir. Ona bahşedilmiş güçler vardır.
Maddî dünyadan bazı şeyler, onun emri altındadır. Nitekim herkesin özel âlemi,
kendi vücududur. Beden ise, kalbin (ruhun) buyruğuyla hareket eder. Kalp emir
verince, parmaklar harekete geçer. Kalpte kızgınlık belirince, bedende terleme
ortaya çıkar. “Bu da meleklerin tasarrufu ile yağmurun yağmasına benzer. Kalpte
şehvet belirince, bir yel hâsıl olup şehvet âletine yönelir ve ona kuvvet verir.
Yemek yeme düşüncesi meydana gelince, dilin altındaki kuvvet hizmet için ayağa
kalkar ve tükürük çıkarmaya başlar, yemeğin boğazdan kolay geçmesi için ıslatır.
Çünkü kuru yemeğin boğazdan geçmesi zor olur.” (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet,
48)
Manevî Kalp ve Fizikî Kalp
Manevî kalp, fizikî kalp gibi bir vazifeye sahiptir.
Fizikî kalp, insan bedeninde merkezî bir konumdadır. Manevî kalp ise nefis/alt
benlik ile ruh arasında bir yerde mekân bulur. Fizikî kalp, bedeni düzenler ve
yönetir; manevî kalp ise ruhu idare eder. Fizikî kalp, taze oksijenli kanı
vücuttaki her bir organ ve her bir hücreye göndermekle bedeni besler. Bununla
birlikte damarlar kanalıyla kirli kanı toplar. Manevî kalpte hikmet ve nur
saçarak ruhu beslerken, kişiliği de reziletlerden arındırır ve erdemlerle bezer.
Kalbin bir cephesi maneviyat âlemine, diğer cephesi ise nefsin/alt benlik ve
menfî vasıflarımıza yöneliktir.
Fizikî kalp yaralandığında, hastalık kaçınılmazdır; eğer
ileri derecede hasar görmüşse ölümden başka seçenek hâli ortada kalmaz. Kalp,
nefsin/alt benliğin olumsuz özellikleriyle boyanırsa, ruhen marazlı hâle düşer.
Şayet kalp, nefsin hakimiyeti altına rıza gösterirse, manevî hayat son bulur.
(Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, 46-47)
Her organın idarî merkezi kalptir. Her organın
hissedeceği şeyleri vardır, ondan başkasını hissedemez. Mesela görme duyusu göz
bakmayla ilişkilidir; işitme duyusu kulak duymayla ilişkilidir; koklama duyusu
burun koklamayla ilişkilidir. Tatma duyusu ağız tatmayla ilişkilidir. Bütün bu
organlar hissettiklerini kalbe ulaştırır. Buradan da kalp duyusu ortaya çıkar.
Kalp duyusunun gücü, diğer organlardan aldığını idrak etmesi için akla
iletmesinde görülür. Eğer kalp duyusunun gücü bulunmasaydı, diğer organlar
işlevsiz hâle gelirdi. Kör olarak dünyaya gelen insan, gökyüzünü ve onun hangi
yönde olduğunu tasavvur etmekten yoksundur. Nitekim Her Şeyi Gören/Basar, şöyle
buyurmaktadır:‘...Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki
kalpler kör olur.’ (Resail, III, 105-106)
Âlim ve Ârif Olan Kalp
Vücuttaki kalp, insan şeklinde şekillenmiş, suretlenmiş
ve yaratılmıştır. Onun için var edilenlerin bedeninde en şerefli organ olmuştur.
Zirâ, kalbin görme duyusu göremeyeceği şeyleri gören bir basireti; sesleri idrak
edip idrak ettiklerini işitme duyusuna ileten kulakları/alıcıları; aşığın
maşukunu sorma ve onun yanında bulunmayı arzulaması gibi, kaybettiği mahsusata
bir özlem duyan dokunma duyusu bulunmaktadır. (Resâil, III, 106)
Şu halde ruhanî latif bir varlık olarak kalbin, cismanî
kalbe ilişkisi söz konusudur. Ancak insanın hakikati ruhanî kalptir. İnsanda
anlayan, âlim ve ârif olan bu kalptir. Hitap edilen, cezalandırılan, azarlanan
ve aranan kalp yine bu kalptir. (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, çev: Ahmed
Serdaroğlu, İstanbul 1975, III, 9)
Batılı insan için “kalp sahibi”, derinden hisseden ve
kavrayan kişidir. Sûfîlikte ise kalp, çok daha zengin ve karmaşıktır. Çünkü
kalp, insanın sadrında mekân bulmuş ilahî bir mabettir. Kalp, Rahman tarafından
içimizdeki “kıvılcımın” membaı olarak tasarlanmıştır. Bundan dolayı kalbi
temizlemek ve onu açmak, Allah’ın huzuru için onu bir tapınak olmaya hak eder
hâle getirmekle mümkündür. (Robert Frager, Kalp, Nefs ve Ruh, çev: İbrahim
Kapaklıkaya, II. baskı, İstanbul 2003, 63)
Not:: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi Şubat 2009
sayısında yayınlanmıştır.
Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak
http://muftuluk.blogspot.com/2009/02/ruha-aclan-kap-kalp.html http://muftuluk.blogspot.com/2009/02/ruha-aclan-kap-kalp.html - http://muftuluk.blogspot.com/2009/02/ruha-aclan-kap-kalp.html